22 Mart 2010 Pazartesi

Memleketimden İnsan Manzaraları'ndan

Haydarpaşa garında
1941 baharında
saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
yorgunluk ve telâş
Bir adam
merdivenlerde duruyor
bir şeyler düşünerek.
Zayıf.
Korkak.
Burnu sivri ve uzun
yanaklarının üstü çopur.
Merdivenlerdeki adam
-Galip Usta-
tuhaf şeyler düşünmekle
meşhurdur:
"Kâat helvası yesem her gün" diye düşündü
5 yaşında.
"Mektebe gitsem" diye düşündü
10 yaşında.
"Babamın bıçakçı dükkânından
Akşam ezanından önce çıksam" diye düşündü
11 yaşında.
"Sarı iskarpinlerim olsa
kızlar bana baksalar" diye düşündü
15 yaşında.
"Babam neden kapattı dükkânını?"
Ve fabrika benzemiyor babamın dükkânına"
diye düşündü
16 yaşında.
"Gündeliğim artar mı?" diye düşündü
20 yaşında.
"Babam ellisinde öldü,
ben de böyle tez mi öleceğim?"
diye düşündü
21 yaşındayken.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
22 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
23 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak
"İşsiz kalırsam" diye düşündü
50 yaşına kadar.
51 yaşında "İhtiyarladım" dedi,
"babamdan bir yıl fazla yaşadım."
Şimdi 52 yaşındadır.
İşsizdir.
Şimdi merdivenlerde durup
kaptırmış kafasını
düşüncelerin en tuhafına:
"Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?"
diye düşünüyor.
Burnu sivri ve uzun.
Yanaklarının üstü çopur.

Denizde balık kokusuyla
Döşemelerde tahtakurularıyla gelir
Haydarpaşa garında bahar
Sepetler ve heybeler
merdivenlerden inip
merdivenlerden çıkıp
merdivenlerde duruyorlar...

Nazım.

19 Mart 2010 Cuma

Selam, selam, selamlar...

Selam size çirkin kızlar tarafından beğenilen orta direkten olan "idare eder" erkekler. Selam sizlere her bildiğini doğru sana ukala kızlar... Selam size kalp kırmakta usta, tamirde çırak olanlar... Karnı bir damla suyu alamayacak kadar dolu olanlar, size de selam... Selam bu blogun daimi okuyucusu ya da misafiri.

Dünya gerçekten bir oyun sahnesidir. Ayrıca o çok etkilendiğiniz aşk filmleri de setlerde çekilir. Kaderin ağına bacağı takılmış, sırt üstü düşmüş bir ermişseniz, size en büyük sevgilerimi yolluyorum... 

Sıkıntılıyım. Kendimce kurnazım. Bilgisayarım bozuldu, annemle Bihter-Belül muhabbeti yapıyorum. 

Ve sevgili blog okuyucuları, sorun büyük... Yani masrafın altına girmem gerekecek, ki şu an bile üzerimde 8-9 lira para var... Eee, öğrenciliğin zorlukları diyelim. Neyse ki mutluyum. 

Durumlar böyle. Sayfasını okumayı özlediğim yazarlardan, facebook hesabımdan, güncel haberlerden... Her şeyden uzağım ben haber merkezinde olmadıkça. Şu an da haber merkezindeyim mesela ama az sonra evin yolunu tutacağım. 

Selam ile başladık, veda ile bitiriyoruz.. Zaten selamlar var ise, vedalar da vardır. 
Haydi güle güle, bir kaç günlüğüne...

12 Mart 2010 Cuma

Veda'ya gittim, işte görüşlerim..


Veda filminin erkan galası niteliğindeydi okulumdaki çekilen Siyaset Meydanı bölümü. Orada Zülfü Livaneli'ye de söyledim "izlemedim ama harika olacağı belli" dedim. Çünkü projeler kadar isimler de önemlidir. Burada ne kadar anlatırsam anlatayim bitiremem Zülfü Livaneli'yi..
Kısacası, maddi koşullarım yeni elverdiği için bugün izledim İstinye Park'ta...

Herkesin haddine düşeni yapmasından yanayım o yüzden anladığım kadarıyla teknik açısından konuşabilirim... Müzikler, mekanlar, kıyafetler, filmin renkleri harikaydı... İnsan kendini vererek izlediği zaman, köyleri boşaltan Selanik halkı gibi hissedebiliyor. Sanki çıplak ayaklarım yere vurdu onlarla kaçarken...

Oyuncu seçimine gelirsek, Atatürk'ü canlandıracak bir adam, oyuncu tanımıyordum... Rutkay Aziz bizim tescilli Atatürk'ümüzdü ama bu filmde yoktu... Olsun. Sinan Tuzcu ve Burhan Güven abim bu zorlu görevin altından kalkmayı "hakkıyla" başarmışlar.

Kadın oyuncular konusunda ise, Ezgi Mola sönüktü bence. "Atatürk'ün kadını" olmak, Özge Özpirinççi'ye daha gider gibi geldi ama seçime de saygı duymak gerekir. Oyunculuk olarak iyiydi ikisi de...

Filmin mesajlarına gelirsek, çok güzel mesajlar vardı... Türk kadınıyla ilgili devrimleri anlatan Atatürk'ün Fikriye'ye "İnkilapları kendi evimizden başlatmalıyız" dediği yer kesinlikle tarihe tekrar not düşülmesi gereken bir yer. Film hakkındaki tek olumsuz düşüncem süresiyle ilgili. Kısa geldi bana. Zülfü Livaneli "60 dakika kestik, DVD formatında piyasada olacak" demişti.. Ki, bilmeyen arkadaşım varsa buradan okusun, filmin çok güzel sahneleri, uzun bir bölümü Almaya hava limanında X-ray cihazından çekerken yanmış... Filmler yıkamaya giderken böyle talihsiz bir kazaya uğramışlar... Burhan Güven ile röportaj yaparken daha bir çok şey konuştum filmle ilgili ve ayrıca film sırasında çekilen back-stage fotoğraflarının neredeyse tümünü gördüm... İzleyen arkadaşım varsa bilir, Zeybek sahnesinde kan yok ama normal halinde, yanan filmlerde Atatürk'ün burnundan zemine kan damlıyormuş... Hayal ederek yürüdüğü sahneler ise daha uzunmuş... Talihsizlik ama, olsun... Zaten bir amaç için yapılmış ve farklı gözle bakılarak yapılmış bir filmdi... Ayrıca bir hata gördüm, Fikriye Almanya'ya tedaviye giderken arabaya bindiriliyor ve arabanın plaka harfleri latince harfler... O zaman harf devrimi yapılmamıştı diye hatırlıyorum ..


Yazmak istediğim son kısım ise, filmi kötü eleştirenlere: "İlkokul kitabı gibiydi, oyunculuklar şöyleydi..." tarzı yorumlar vardı. Kostümlere kimse laf edemez... Oyunculuklar eleştirilebilir, ona söyleyebilecek çok sözüm yok ama ben hepsini içten buldum.

Tarihin değiştirilemeyeciğini bilmeyen insanlarla mı yaşıyoruz anlamıyorum... Zaten olmuş ve bitmiş şeyler üzerinden giden bir hikaye var. Filme "Atatürk'le ilgili çok şey öğreneceğiz"diye gidenler hayal kırıklığına uğrayabilirler birazcık... Ama tarihi bir olayın çarpıtılıp bozulmayacağını anlaması lazım eleştirmenin... Diğer çileden çıktığım noktalar elbette var ama şu resmen damarıma basılıyor... Bu tarz filmleri çekmek için perspektif gerekir... Tarihi 2-3 türlü anlatırsınız.. Belgesellerle, filmlerle, müziklerle, tiyatrolarla, operalarla anlatırsınız ama bu kadar uzun bir geçmişi çok zor anlatırsınız... Bakın Turgut Özakman'ın Kurtuluş ve Cumhuriyet filmlerine kaç bölüm ? Uzun uzadıya böyle anlatırsınız... Atlanan detaylar, karışıklıklar elbet olacaktır olay çokluğu oldukça ve bu kadar üzerinde tartışılan bir tarihimiz oldukça... O yüzden tek kare bile İsmet İnönü'nü görünmüyor. Aynen Zülfü Livaneli'nin dediği gibi, iki dostun hikayesi bu anlatılan... "Seni 3 kere aldattım paşam" diye başlayan sıcacık bir dostluğun hikayesi... İzlemeyen arkadaşlar varsa, tavsiye ediyorum gönülden.... Gidin bu filme!

6 Mart 2010 Cumartesi

Uzun süre sonra güzel bir gece...

Hemen anlatmalıyım. Kendi kendimin dedikoducusuyum resmen... Okulda kıyafet balosu vardı. "Gitmeyeceğim" diyerek, tüm ısrarlara göğüs germeme rağmen, Umut'umun yoğun ısrarlarını geri çeviremedim.. Sürekli bir bahane buldum, "Olum kıyafetim yok, -Yaa vaktim yok, -Eniştem bizde..." ama sökmedi. En son iletişim ve sanat dersindeydim, aradı, dışarı çağırdı beni, çıktım gittim, yine ısrar. "Tamam istiyorum gelmek, ama bak sen şu işe ki, benim kıyafetim yok" dedim ama Umut bu cevaba hazırlıklıymış "Sana takımdan bişeyler ayaladım, onları giyeceksin, ikimiz de amerikan futbolu futbolcuları olarak geleceğiz" dedi. Anlaştık falan.. Eve döndüm, uyudum biraz, kalktım gittim sonra. Didem'i aramayı unuttu benim bu eşek kafam! Nasıl kızgınım kendime! Partinin ortasında aklıma geldi, Umut'a söyledim, dona kaldık resmen.. Sonuçta Didem, Umut'un ve benim en iyi arkadaşlarımızdan, sürekli vakit geçirdiğimiz 4-5 insandan birisi...

Başladık işte, müzik, içki, sohbet, güzel kızlar, yakışıklı erkekler, sohbet... Ne ararsan vardı. Bol bol fotoğraf çekildik... Gece döndüğümüzde 1 falandı saat heralde.. Sonra uyumadık, dizi ziledik sabaha kadar... Kalktım geldim.

Kopmuştuk birbirimizden tatil dönüşü.. Murat'ım askerde, olaylar arkadaş gurubunda birazcık karışık. Ozan'ım da bizimleydi. Emre vardı sonra... Kız arkadaşlarımız falan da tabii..

Ayrıca, Amerika'lı arkadaşlarımız oldu. Harika anlaştık.

Baretiyle Ozan, kasıkıya Umut ve Gökmenciğiniz.

Emre'yi kendi kılıcıyla saf dışı ederken.

Serkan, yayı, oku..

4 Mart 2010 Perşembe

Nermin Bezmen ile kadifeye dokunmak..


"İnsan kendini en iyi insanda tanır" der Goethe. Bakıldığında çok mantıklıdır. Okuduğun, yazdığın, çizdiğin, konuştuğun insanlarla iç içesindir. Onlar senin aynandır. Bu insanın çevresi ile ilgilidir. Diğer önemli yan, insanın dışardan tanıdıkları, televizyon ekranlarında gördükleri, yarattığı kahramanları tanıması ise inasn için çok başka bir tecrübedir. Bu noktada, Ulu Önder'in "Ben insanların kalbini kırarak değil, onların kalbini kazanarak hükmetmek isterim" sözü hep aklıma gelir. Çünkü hayran olup, sonradan tanıdığım insanlarda kibir ve ukalalık kesinlikle kabul edebildiğim bir olay değildir. Zülfü Livaneli mesela, gözümde dağ gibiydi... Tanıştım geçenlerde, o dağ iki kat büyüdü. Bu kadar mütevazi, onurlu, saygılı, bilgili insan bulmak gerçekten çok zor...

Bu hafta içi, yani aslında dün Nermin Bezmen'e misafir oldum. 2009'un kışında tanışmıştık. Hiç unutmam, inanılmaz bir yağmur vardı. O ise, pardesüsü,topuklu ayakkabıları, deri çantası, arkaya topladığı saçları, insanın baktığında kendisini zor ifade edebildiği gözleriyle sanki kendi kitaplarından çıkmış gelmiş, dokunulmaz, yalnız, asil bir roman karakteri gibiydi. O gün birbirimizi gerçekten çok sevdik. O gün gerçekten kendimi hani kadınların hanımlığı ile övündüğü, evinde piyano çalan, lisan konuşan bir eski İstanbul hanımefendisiyle tanışmış gibiydim... Tek kelime ile özetlersem, kadifeye dokunmak gibiydi... En sevdiğiniz sanatçının konserinden sarhoş gibi çıkmışlık gibiydi ilk görüşme... Uzun süre ayılamamıştım zaten...

Dün, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla buluştuk. Bu sıralar çok yoğun çalıştığını biliyordum ama beni kırmadı... "Müsait değilim" deseydi, gerçekten anlardım çünkü üzerinde çalıştığı projelerden, yapmak istediklerini yetiştirememe telaşı içinde olduğunu biliyordum... Herşeye rağmen, "Kabul" dedi. Bu arada ben sadece aracıydım. Merve -bölümden arkadaşım- röportajı yaptı, bende fotoğrafları çektim... İçmeye doyamadığınız, bir yol üstü çeşmesinde rastladığınız suyu terk etmek zorundaymışım gibi hissettim giderken.

Tekrar görüşmek ümidiyle ayrıldık. Zor bir ayrılıktı...

Buradan da teşekkürüm olsun Nermin Hanım'a bu yazım...

Okuyan herkese de sevgiler...

2 Mart 2010 Salı

Duygusallık hastaları kötü etkiler

Sağlık ocaklarına gitmekten korkardım. Dispanserler hep soğuk! Sürekli genç ama suratsız hemşirelerin iğneleri gözüme gözüme girecekti sanki. Bunların dışında en iyi hasta bakıcı annedir. Eve geldim az önce. Ölecek gibi yorgunum, derste resmen uyudum... Böyle durağan gözüken bir havam var ama hayatımın içinde öyle bir görünmez tempo var ki, tarifi gerçekten zor..
Bugün hava berbattı. Münübüste de uyudum. Huyum değildir. Saçlarımı kestirdiğimden beri de kafam üşüyor. Münübüse kendimi zor attığımda berbat haldeydim! Ben uyurken, o soğukta bir de havalandırmayı açmış hıyar adam. Uyandım, öldüğümü sandım!

Nihayetinde annem yetişti imdadıma. Ada çayı yaptı, öncesinde de çorba ısıtmıştı. İçimin ısındığını hissediyorum.

Dünya yeniden güzel gibi. Tek sorunum burnumun akması. Sile sile de kurutacağım onu biliyorum ve acıyacak kenarları çok silinmekten.

Umarım çabuk geçer.
Duygusallık hastalıkları kötü etkiliyor çünkü.