29 Kasım 2010 Pazartesi

devam etmek istiyorum


Kırıklarla dolu bir çizelge gibi, yükselip alçalan bir hayatı yaşıyorum. Kah uçuyorum gökyüzüne seyrediyorum alemi, kah iniyorum yeryüzüne, seyrediyor alem beni!
Bu yükselme sadece duygusal anlamda olmuyor. Okulsal bir hayat yaşadığımdan da oluyor.

Genelde geziyorum. Elimde fotoğraf makinesi, bakınıyorum sağa sola. Bazen bir kitabın peşinden koşuyorum gözlerim kızarana kadar...

Bazen de tavanı izliyorum. Bazen saatler sürüyor. Sessizliğimin orta yerine kibrit düşse, koparıyorum kıyameti!
Kıyafetler denemek istiyorum. Yeni ayakkabılar giymek, vapurlara binmek, sokaklarda bağırmak, dere kenarına çadır kurup, defalarca aynı günü yaşamak istiyorum. Sonra da bir konserde kendimi kaybetmek; müzik damarlarımı çatlatana kadar kaybetmek kendimi...

Sanırım zihnimde geçen bütün bu eylemler silsilesi, ben bir boşluğa düşerken oluyor.
Düşerken düşünüyorum. Hayatımda eksikliğini bulamadığım bir şeyi en uygun yere koyup; yani düştükten sonra yara bandını dizine takıp koşmaya devam eden bir çocuk gibi devam etmek istiyorum.

Bütün denetimler kalksın. Bütün "neden" soruları kağıtlara yazılıp denize bırakılsın.

Nedensiz bir şey yapalım insanlık.

Bu kadar nedenimiz varken yaşamayı zorlaştırıyoruz çünkü...

26 Kasım 2010 Cuma

Kadın

Yaradılışa bakıyorum. İnsanlar en güzel ve en özel yaratıklar. Tabii entrikaları falan saymıyorum. Kafka'nın romanında bir sabah böcek olarak uyanan adam, bir süre sonra insanların hayatından bıkıp böcek kalmaya karar veriyor ya, öyle değil... Kötülükleri saymıyorum. Saf olarak bir kadın ve bir erkek olsun gözünüzün önünde.

Yaradılışa bakıyorum. 3. bir cinsiyet olsaydı, biz erkekler o 3. cins ile kadınlar için kavga ederdik.

23 Kasım 2010 Salı

Yüzleştiğim İstanbul




İnsanlar çevrelerine düşkün değillerse, özellikle de İstanbul'da yaşıyorlarsa, gerçekten de gaflet içindeler. Gezip görmediğiniz, hiç dokunmadığınız bir İstanbul -bilseniz de bilmeseniz de- var.
Bilmiş bilmiş konuştuğuma bakmayın, ben de bilmiyordum bir ay öncesine kadar... Gazetecilik öğrencisi olduğumu bu bloğu takip eden insanlar bilirler. Fotoğraf hocamızla -Haluk Çobanoğlu- İstanbul Tarihi Yarımadası'na gittik. Balat, Unkapanı taraflarını gezip fotoğraflar çektik. O çekim sırasında kendimi dünyadan bi haber olan zengin çocuklarına benzettim. İnsan "görmediği ile" bu şekilde karşılaşınca böyle hissediyor işte... 2 sefer daha gittim ayrı olarak. Sefalet içinde insanlar ve hayatları.... Yıkılmamak için yandaki beton binaya sırtını yaslanmış yaşlı tahta binalar... Su birikintileri, oyuncak silahlar, özensiz bakkallar, pis suralı çocuklar... Bu manzaraları daha önce fotoğraflarda görmüşlüğüm vardı. Yaşayınca çok başka oluyor. Bir çocuğu başından sevmek, kamerayı verip bir fotoğraf çekmesini seyretmek, ayaküstü onlara okumanın güzelliğini anlatmak, heyecanlarına ortak olmak, konuştuğunda yanlış cümleler seçip seçmediğini kavrayamadığı için, söylediğini hızlıca söyledikten sonra yanımdan hızla ayrılan çocuklar.

Çok başka bir yer İstanbul. Hani, Nazım'ın bir dizesinde dediği gibi, "derya içre olup, deryayı bilmeyen balıklar..." gibi hissettiren bir yer. Bu arada fotoğrafın en sevdiğim yanı da bu oldu sanırım. İletişim kurmak ve tanımak.

Unkapanında mesela, yol ortasında kasaplar var. Seyyar satıcılar çığlık çığlığa... Toptancılar baharat satıyorlar ve yolun karşısında da bir leğen içinde işkembe tuzlamışlar. Yavaşlamak zorundasınız çünkü her yerden tavuklar çıkabiliyor. Attığınız adımlardan anlıyorsunuz; bir medeniyetten çıkıp başka bir medeniyete doğru girdiğinizi.

En çok zoruma giden, defalarca turistlere benzetilmem oldu. Balta girmemiş ormanlar değil, Unkapanı. Ama o kadar alışmışlar ki o kabuğa, çıkmak istemiyorlar. Haliyle gelenler de yabancı onların gözünde... Çocuklar yanaşıp pantolonumdan çekiyorlar. Para her yerde aynı dilde sanırım. Hepsi hep bir ağızdan "Mani, mani" diyorlar. "Bir dakika çocuklar" dediğinizde sizden kötüsü yok. Çünkü Türk olduğunuzu anlıyorlar ve hayal kırıklığı yaşıyorlar. Paradan sonraki istekleri ise fotoğraf makinesine dokumak. Fotoğraf onlar için de çok başka bir dünya. Bir tanesinin fotoğrafını çektim, sonra da gösterdim... "Aaaa, İsmail" dedi kendi fotoğrafına bakarak...

Bazı çocuklar çok ayırt edici geliyor insanın gözüne. Bazen, bazı dönemlerde insanların başına gelir. Bir yerdesinizdir ve kendinizi oraya ait hissetmezsiniz. Kendinizi dışarda görürsünüz... Eviniz, yaşadığınız sokak, kıyafetleriniz, belki delik ayakkabınız... Etrafınızdaki insanların da sizin hayatınıza yakın bir hayat yaşadıklarını bile bile reddedersiniz yaşamınızı. Böyle anlarda yüzünüze bir kibir yapışıverir. Ama bu "pis" bir kibir değildir. Kibirin en pis olanı "diğer tarafta" yaşayanlarda vardır. Bu yüzdendir ki, bazıları "Mağrur" bakar sana. Yanındaki arkadaşlarından utanır ama kol kola yürümeyi devam ederler. "Acaba ne düşündüler hakkımda" diye düşünür o. Kafasının içine giremeseniz de bilirsiniz. Fotoğrafın dili sabittir. Hisleriniz de genelde doğruyu söyler. Aslında uzun uzadıya düşünmeye gerek yoktur. En dik yürüyeni, en yukardan bakmaya çalışanı, en rujlusu... Yatağa uzandığında bile uyumadan düşündüklerini hissedebilirsiniz...

Yani, eğer fırsatınız varsa, gidin oralara. Klişe gibi gelebilir; 10 sene sonra yok oralar... Ne tahta binalar var, ne de o insanlar, ne esnaflar, sokak oyunları... Alın fotoğraf makinenizi, unutmayın çemberlerimizin dışında da bir hayatın aktığını..

14 Kasım 2010 Pazar

Ayna

"Neden bu kadar çok ayna var ki odanda?" dedi.
"Çünkü ben yalnız bir adamım" dedim.
"Tahmin ettiğimden de yalnızsın o zaman" dedi.
"Yalnız değilim, kendimleyim" dedim.