30 Temmuz 2010 Cuma

Yağmur...

Yaz yağmurlarını sevmezdim. Her ıslandığımda küfür eder, mümkün olan en korunaklı yere gider, kendimi yağmurdan korurdum. Yine öyle günlerden birisiydi. Seneler sonra "Ben yaşamıştım" diyebileceğim bir yağmura yakalanmıştım. Otobüs durağına oturdum, sessiz sakin beklemeye koyuldum. Sonra "O" geldi. Saçları ıslaktı. Uzun beyaz bir elbisesi, beyaz ağırlıklı ve çizgili bir çantası vardı. Az önce sanki fotoğraf çekiminden, bir film setinden, cennetten ya da güzellik yarışmalarından gelmişti. Yağmura kızmadım o gün. Neden kızabilirdim ki? O'nunla aramda bir bağ kurmuştu.
"Oturmak ister misiniz?" dedim. O an durakta benim gibi bekleyen 10'a yakın insan vardı. Ama ben o an kimseyi net görmüyordum. Yüzüme inen perde, yağmuru ve onu görmemi sağlıyor, geriye kalan hayatın tüm ayrıntılarına; kornalara, arabalara, öteki insanlara duyarsızlaşıyordum. 2 kişinin yaşadığı bir dünya kurmuştum sanki kafamda. İçimde gülen çocuğun ağzının mutluluktan bu kadar açıldığına ilk kez şahit oluyordum!
"Rahatsız olmayın" dedi. Çok kibardı.
Kenara doğru kayarak ona yer açtım. Gülümsedi ve oturdu. İnsanların arasındaki mesafeler kısaldıkça, aralarındaki perdelerin kaltığını bir kez daha anlamıştım. Harika kokuyordu! Detaylar çoğalmıştı... Yüzü, saçları, dişleri, gülüşü... Sanki içinde bir hücre gibiydim. O kadar yaşıyordum onu. Kalp atışlarımdan gömlek cebim rahatsız olmuştu. Düğmemi kapatsam, sanki kendini ipten kurtarıp atacak gibiydi. İçimde özgürlüğünü ilan eden duygular gibiydi düğmem...
Konuşmadık sonra hiç.
Sustu. Sustum. Sustuk biz.
Sonra aynı anda konuşmaya başladık ama, anlamadım ne söylediğini... Gülümsedim, tekrar sordum... Birkaç dakika sürdü bu.
Sonra bir siren sesi! Herkes birden dağıldı, her şey önceden bulunduğu yere gitti.
Saatim çalıyordu ve artık uyanmıştım...

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Hamlet'ler çok sever

Değirmenleri hatırlıyorum.
Soluk denizleri görmekten geliyorum...
Taş kaldırımda giden faytonların sesi kulağımda
ve bir bahçe kapısından bana baktığını hissediyorum.
Kesik kesik gelen nane kokuları gibisin ama
biliyorum, kaybolacaksın az sonra...

Don Kişot değilsem önceki hayatımda,
sen de Ophelia değilsin.
Biz olmayacak bir bir hikayede buluşmadık.
Aşkımızın arasında çağlar var sevgilim;
biz seninle aynı dili hiç konuşmadık.

Ve, Hamlet seni her zaman benden çok sevdi.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Adamı kızdan çok seviyorum

Hayatın pürüzlerini düzeltmekten geliyorum.
Ellerim bu yüzden pütür pütür...
Bir şiire yeni başlamıştım, bir şarkıyla ıslık bitirdim,
Kendimi köşe başında kovmaktan geliyorum..

Bilmediğim bir suratı gördüm aynada.
İstemeden yorulduğum günlere döndüğüm oldu...
Gözümün önünde ağlayan bir kız çocuğu var,
İçimden onu teselli ediyorum...

Sonu gelmeyecek kadar noktalara sahibim
Ben, bütün özgürlüğümü buna bağlıyorum...
Bir kararlılığım var, üzerine basa basa uyguladığım,
Hiçbir noktamı senin için harcamıyorum.

Tanıdığım bir kız var, üzüyor kendini...
İçimden onu teselli ediyorum.
Tabanca çeken bir adam girmişti rüyasına
O adamı, o kızdan çok seviyorum.

Ütüsü bozuk.

Evet dokroruma çok kızıyorum. İlk doğduğumda mosmormuşum ve "Yaşamaz" demişler benim için.
O zaman "hangi akılla" tutunduysam yaşamak için dünyanın görünmez dallarına, hala hayattayım bugün.
Şu an en büyük derdim; tabii ki parasızlık ve sıcaklar! Olmaması gereken bir zaman diliminde yaşayan çaresiz insanlarız. -bkz: saçlarım terden alnıma yapıştı- Acısı fena olmuştur doğanın her zaman.

Aslında demeye çalıştığım, söylemek istediğim çok şey yok. Sadece bu geçirdiğim günlerin adını koymaya çalışıyorum sadece...
Günü geldi, çamaşırlarımızı yıkadık, astık, kurusun diye astık balkona. Sonra yağmur yağdı ve biz "hiç" üzülmedik.

İşte bu nedende gizli üzülmememizin... daha doğrusu üzülmememin...
Hakikaten neden üzülmedim hiç..? Yoksa zaten bir daha kirlenip, asılıp, ütülenecek diye mi herşeyim...

24 Temmuz 2010 Cumartesi

Ahmak Adam

Hayatların insanları şekillendirdiği doğru ama, insanların hayatları şekillendirdiği palavra gibi... Ama o, palavraları çok severdi. Günlerce öldürdüğü kuşları, avladığı geyikleri, anlatır dururdu. Bir gün bir yere oturdu. Etrafında insanlar.. Karşı masada da genç, kendi halinde kitabını okuyan bir çocuk vardı.
İnsanların çok kolay imaj kazandığı bir yerde, bu insana kızmıyordum çünkü O'nu O yapan şeyler, etrafındakilerdi. Çok severdi pohpohlanmayı. İnsanların değer yargılarını alt üst eden, onları geriye geriye götüren fikirlerin sahibiydi. İşin en kötü yanı, aynen söylediğim gibi, etrafındaki insanların saf olmasıydı. Okuduğu 3 kitaptan edindiği hayat görüşü, dinlediği 20 şarkıdan müzik kulağı vardı.
En sevmediğim insan tipiydi.
Cumhuriyetin ilanı ile ilgili yaptığı gaflar, saçma sapan yorumlar, insanlardan olumlu tepkiler alıyordu. Uzak masadaki genç çocuk bunlara kızıyor ama elinden ne geleceğini bilmiyordu.

Bir süre sonra konu eskilere, eskilerin yaşadıklarına döndü. O sırada bir adamdan bahsetti. Kaçak solculardanmış. Siyasi görüşleri, inandığı değerler yalanmış. Amerikan gemileri geldiği zaman kendisini Dolmabahçe'ye zincirleyen çocuklar gibiymiş. "Anarşikmiş" yani.
Uzak masadaki çocuk sinirlerine zor hakim oluyor ama, içinde bulunduğu yere ve konuşan adamın yaşına hürmeten ellerini sıkıyormuş.

Ahmak adam konuşmaya devam ediyordu. Konuştukça hiddetleniyor, memleketi kurtaran (!) Adnan Menderes'lerin, Turgut Özal'ların namını bir daha anlatıyordu.
Uzaktaki çocuk, sinirden dişlerini sıkıyor, zor duruyordu.
Yaptığı tarihi karşılaştırmalara yine aynı adamı örnek verdi. "Korkak" solcuya tekrar geldiğinde laf, çıldırır gibi oldu çocuk en sonunda!
Hiddetlenerek ayağa kalktı ve anlattıklarına, ona inananlara bir bir haykırdı bildiği doğruları ve en sonunda şöyle oldu: "O korkak adam, 68'den sonra sayamıyor! Yaz-kış çıkartmadığı atkısının altında işkence izleri var! O paylaşımdan, ortak yaşamdan yana, sizin gibi adamları karşısına alarak, hür ve özgür yaşamın temellerini atmaya çalışıyor" diyordu.
"Kimsin sen" dedi Ahmak Adam.
O çocuk, bu öykünün yazarıydı işte...

23 Temmuz 2010 Cuma

Sussuskun

Susmayı özledin.
gece gelen misafirin kapıyı vurduğu o an,
eski tüm korkularını kovdun.

Oysa bendim o.
ama sen susmayı benden çok özledin.
o yüzden baktım kahve fincanlarına tek tek yüzün yerine

Bir müzik açtın, bir battaniye aldın üzerine.
oysa o battaniye kocamandı.
dün gece sadece benim ayaklarım üşüdü...

İlk kez bu kadar suskundun oysa.
korku bana geçti böylece.
kapını çaldığımda nasıl korktuysan, öyle korktum...

Sen dün sadece kedini sevdin.
omzun yüzün hizasında, yüzün üzerimde
seni göremeden bana sustun.

Ve en çok uykunu sevdim yalnız olan.
koltuğun üzerinde, dizlerin karnında, sol yanağın dizinde...
yüzün kapıda. işte en çok buna üzüldüm.

Ve dün sana "Nasıl bu kadar ince olabiliyorsunuz" dedim, hatırlarsın,
"Nasıl oldugunu bilsem inan ince düşünmek istemezdim" dedin.
seni hiç bu kadar zeki görmemiştim...

Seni ilk gördüğüm ana dönerdim ya hani,
iki merdiven üzerimden gülüşümü izliyordun. bir de gözlerimi..
O gün ilk sözü senin söylediğine inanamıyorum şimdi.
Bir de nasıl bozduğunu, buraya kadar gelen 3 dizeli bu şiirimi.

--

Günlerdir soruyorum aslında. İnsanlarla yaşadığım ortak hayat, ilişkide bulunduğum herkese bıraktığım bir geçmiş var. Hepsinin aklında iyi veya kötüyüm. Acımasız olduğumu söyleyenler de oldu ama pek umursadığım söylenemez. Çünkü bu ispat ister. İnsanları üzmüş bile olabilirim. Üzmeden de olsa, asla acımasız davranmam. Öyle bir evredeyim ki, hayatımda ne olup bittiği konusunda gerçekten fikrim yok. Üzüldüğüm şeyler var.

Kimsenin bana kötü dememesi için sağlam basmalıyım.

İlk olarak, herkesin anlaması gereken şu: "Herkes, kendi hayatını yaşıyor."

Neyse, konuşasım yok.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Bir sonbahar...

Bir sonbahar rüzgarının devirdiği aptal bir fidan gibiyim,
yapraklarım ezildiğinden beri utangaç.
Haksız olduğumu biliyorum rüzgara direnmediğim için ama
kollarımdaki dermansızlığı anlatamayacağım kimseye...
Zaten hep böyledir,
her ezildikten sonra, biraz daha düzelirim dedim
kimsesiz bir serüvenin,
boş bir yel değirmeninin kılıcını çeken adamı oldum.
Robinson kadar yalnız, Zorba kadar akıllı.

Yani olurken insan kendi dışında birileri,
susmaya vermeli kendini biraz.
Ürkek bir akşam üstünde,
çalkantılı olabileceğini bildiği bir sabaha uyanabilmeli..

"Konuştuğun kadar varsın" yalanları, adı üstünde bir salak aldatmacasıdır.
Sen de bilmiyorsun kimse sormadığı için konuşmadığımı!

Günlerin getirdikleri...

Sanki attan düştüm. Kuzenim ülkesine gittiğinden beri bir tuhaflık var üstümde. Ne acı!

Bu arada hissizleştiğimi farkediyorum... İyisi bu mudur, bilmiyorum.

Ameliyatlık olmadıkça kötü gibi geliyor bir yandan. Bir yandan da bir şeyler yapmak istiyorum!

Biraz sonra hiçbişey.

Ne demiş Ramiz dayı, "Bazen, hiçbir şey yapmamak en iyisidir yeğen"

14 Temmuz 2010 Çarşamba

"Yüreksiz tabirli"

Yüzünü gördüm. Semtinden utandığı için 2-3 durak yürüyen, bozuk makyajlı kızlar gördüm. Belki de onlardan birisiydin. Sakin bir sokağın ortasında, daha dün gece, sadece bir fahişenin ayak sesleri duyuluyordu. O ayak izlerini takip eden "yüreksiz" tabirli adamlar vardı. Aklımda da sadece, uzun boylu, kırmızı rujlu, elinde kadehli bir kadın. Ama fahişe değil. Ama aynı zamanda insan her zaman her istediğine ulaşabilecek kabiliyete sahip bir yaratık da değil.

Tıpkı herkese her istediğini verebilecek yeteneğe sahip olmadığı gibi.. Aslında dikkat ederseniz, insan ne kadar da seviyor kabiliyeti olmadığı şeyleri sayarken.

En önemlisi, "beni böyle kabul et" demek şu noktada. Etmiyor musunuz? Etmiyorsanız, size gösterebileceğim 9 kapı var. Elbet birinden gidersiniz.