1 Ağustos 2015 Cumartesi

Gidişine dair açıklamamdır

Hırsım:
Çıktı geldi hırsım. "Otur, konuşalım" dedim. Dinlemedi. Öyle sıktı ki yumruğunu, indirse; dünyadaki bütün çerçeveler inecekti.

Ruhum:
Sakinliyordu ruhum ara sıra. Mantığın birkaç kırıntısı yanındaydı. Bakındı sessizce, sağa sola. Aslında o da inceldiği yerden kopsun istiyordu ancak, kendisi de incinecekti sonunda, biliyordu.

Bedenim:
Sanki fırtınalı denizde, okyanusun ortasında ayakta durmaya çalışıyordu. Bedenime en çok "yılgın" ifadesi yakışıyordu. İş dönüşü koltuğa oturur oturmaz uyuklayan babalar gibiydim.

Sen:
Sen pazar yeri gibi canlıydın. Hayattaki tüm istekleri yerine gelmiş, ya da ne bileyim, bir savaşı sonuna kadar hak ederek kazanmış bir komutan gibiydin.

---

Gündüz:
Gürültü var. Arabalar var. Geçiyor, duruyor. Bazıları park ediyor. Dörtlüleri yakıp sigara almaya inenler var. Çocuklar görüyorum. Çiçekler kuru balkonda. Alt komşum çocuklarına bağırıyor. Yaşıyorlar.

Gece:
Çıt yok. Tanrı, dünyadan elini eteğini çekmiş, olacakları izliyor. Sarhoşlar var ve tabii palavraları. Bazen duvarda şişeler kırılıyor. Tek ses bu. Birkaç saniye uyukluyorum bazen. Seri nefes alınca, göğüs kafesimdeki kemikler batıyor sanki ciğerime. Uyanıyorum.

Açıklama:
Belgeseller izliyorum. Dünyanın kabuğundaki kalınlığın ve kamplumbağların yumurtalarını bırakışının nedenleri var. Ben, gidişini açıklayamıyorum.

14 Aralık 2014 Pazar

Shakespeare Sone 62

Kendime olan aşkımın günahı bürüdü gözümü,
Ruhumu, bedenimi, her yanımı sardı alabildiğine;
Bir yolu da yok bu günahtan kurtarmanın gönlümü,
Öylesine yerleşti ki yüreğimin derinlerine.
Kendi yüzümden sevimlisi yok gibi geliyor bana,
Duyulmamış bendeki vefa, kimsede yok bendeki endam;
Kendi değerimi yine kendime soruyorum da,
Her yönden kat kat üstün buluyorum başkalarından.
Ama aynam bana gerçek benliğimi gösterdiğinde:
Yıpranmış, kırışmış, çatlayıp eskimiş halimi,
Diyorum ki, "nasıl sever insan kendini bu şekliyle?"
Tam tersine yorumluyorum kendime olan aşkımı:
          Ben gerçekte kendim diye seni, sendeki beni övüyorum,
          Senin körpe günlerinin güzelliğiyle yıllarımı boyuyorum.



21 Kasım 2014 Cuma

Soluk

karanlığa kurşun atmaktan geliyordum
beli doğrulmadan ölmüş insanların mezarından
kötü bir dua vardı sırtımda kambur
geride bıraktığım, bir sürü zaman..
dişe dokunur hiçbir şey yoktu elimizde
yorgunluklar verip;
karşılığını alamadığımız emekler vardı...
kan, duman ve sis içerisinde
bir gün sonrasını değil
bir saat sonrasını kestiremiyorduk..
mutluluklar hep anlık,
sevgiler hep az.
başımız okşanmadan geçirdik çocukluğumuzu
biz hiç mevsimleri rüzgar yapmadık
hiç yapmadık mevsimlerden barut,
gökyüzümüzü mutluluk..
dışarıda akarken hayat,
yokluk sahamız genişliyordu
hiçbir yokuşumuz denizle bitmedi
betonlara gömdük, soluğumuzu.

gökmen. nisan/2014

26 Haziran 2014 Perşembe

Zaman, sevgi, özlemek ve boşluk

İnsan kalbinin bulunduğu yerde daireler çizmek gibi bir huyu var mıydı?  Tuhaf tuhaf şeyler, hep böyle boş zamanlarda oluyor. İster istemez düşünüyorsun. Okuyorsun. Soruyorsun. Hatırlıyorsun. Özlüyorsun.. Bazen de bunların her biri aynı anda oluyor... Ayrılmak, ayrı kalmak yeri geliyor; çok kolay gözüküyor uzaktan... Yaşayınca anlıyor insan, bir kalp neden ve nasıl daireler çizer olduğu yerde... Bir ürpertiyi kaç kez hisseder içinde...

Böyle durumlarda zaman da fazlasıyla aleyhimize işliyor. Olduğu yere kitlemek istediğin yelkovan, yeri geliyor, koşa koşa geçiyor önünden. Bazen ise, saat kolunda çürüyor; su gibi akıp gitsin istediğin saniyeler tıkanıp kalıyor olduğu yerde. Gün değişiyor, güneş değişiyor, sen değişiyorsun ama bunların hepsi, sanki zaman dururken oluyormuş gibi geliyor...

Sonsuz bir boşluğun içinde, dönüp duruyoruz işte. Akıyor dünya.

17 Mart 2014 Pazartesi

sana diyorum... kaybedelim bu kara lekeyi..

sen bir damla dışarıya döktün, ben iki damla içime. her gece ettiğim dualardan utandım. bazı kırıklar da yapışmıyormuş işte, onu da öğrendim bugün. çaresizlik neymiş, tecrübe ettim.
o isli camın arkasından kendini tutuşunu seyrettim. hareket edince zaten döküldün. baktım otobüsün peşinden biraz, gördüm.
canım sevgilim, eşim, kadınım, karım.
düşünemedim işte. senin kadar düşünceli olamadım.
sen kırılmışsın, dökülmüşsün hatta biraz. göremedim. kendimden öyle utanıyorum ki anlatamam.
ve dünya. nefret ediyorum şu an her şeyden. kuvvetli olsam ve zarar göreceğini bilsem yere bir yumruk atıp dünyanın bütün aynalarını kırabilsem, camlarını indirebilsem.
sen kırıldın, incindin ben bunu göremedim ya, yazıklar olsun bana...
hep sıradan olmadığımıza inandım bugüne kadar. hep bir başka olduğumuzu. dışımızdaki kabuğun içinde bambaşka bir şey olduğuna, birbirimiz için yaratılıp, birbirimizi tamamladığımıza inandım. ama gördüm ki, böcek tutmuş içim. çok geç fark ettim çürüdüğümü.
ve sana da bulaşmış bu. son zamanlarda demek ki çok önemsemedim hissettiklerini, yaşadıklarını; üstüne düşmedim.
ne kadar dik dursam da karşında, bin parçayım aslında.
bugünün üstünden yıllar da geçse unutmayacağım gerçekten. ister sevgilim ol, ister arkadaşım. gelecekte kim olursan ol; benim yüzümden de titredi ya o çenen, belki kendi kendime ufak bir nefret beslemeye başlayacağım. hak etmişim çürümeyi çünkü...
sen hiçbir zaman benim gibi olmadın. ya da ben senin gibi olmayı beceremedim hiçbir zaman. sevdim. çok sevdim; ölçüsü yok ama senin kadar duyarlı olamadım bugüne kadar. sen yahu sen. sensin ağladığım peçeteyi dörde katlayıp hala cüzdanında gezdiren.
utandım kendimden..
bir hikayemiz vardı. başından sonuna yazdık doğrumuzu. hiçbir yalan, hiçbir hurda barınmadı aramızda. bilmiyorum ne anladın.. aslına bakarsan ne anlattığımı ben de pek bilmiyorum.
özür dilerim.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Hadi kalk gel; en iyi dostum

En yakın arkadaşım oldu yıllarca. Bir gün, sahilde bir balıkçıdan dayak yerken tanıştık. Balık dolu kovasını denize dökmüştüm adamın. Sanırım dördüncü tokadı havada yakaladı. Kültablası gibi kokuyordu. Zayıftı. 60 kilo yoktu. Üzerinde belki 15 yıllık bir takım elbise vardı. Çelimsiz görüntüsüne rağmen çok kuvvetliydi. İstinye'ye kadar yürüdük o gün yan yana. Kendi kendine konuşuyor, sigarasının sönmesine fırsat vermeden yenisini yakıyordu. Beyaz saçları, kulaklarını kapatan şapkanın arkasından görünüyordu. Sokak lambasının altına çekip yüzüme darbe alıp almadığıma bakmak istediğinde fark ettim sararmış dişlerini. Ön sırada çoğu dişi de dökülmüştü. O gün kaldığı tahta, tek katlı eve gittik. Takım elbisesinin iç cebinden çıkarttığı anahtarla kapıyı açtı. Kapı gürültüyle açıldı... İlk yemeğimiz; mercimek çorbası ve nohut oldu... O gün, onunla birlikte neden gittiğimi kendime hiç sormadım. Tuhaf bir minnet duygusu ve sanıyorum çocukluk... O akşama kadar koltukta uzandı ben de mahallede top oynayan çocukları izledim pencereden. Eve dönme vakti geldikçe içim sıkılıyordu ama eninde sonunda gidecektim. Evime kadar bıraktı beni. Bırakırken şöyle söyledi: "En iyi arkadaşım olur musun?"

Kadir'le olan hikayem böyle başladı. Yaşı şu an kendisine göre 52. Beni daha fazla dayak yemekten kurtardığı günden sonra en iyi arkadaşım oldu. Önce tasolarımdan vazgeçtim, sonra futbol topundan. Herkesin garipsediği bir birlikteliğimiz oldu. Her sabah mutlaka 9.00'da mahallenin girişinde olur, evden çıkmamı beklerdi. Okula birlikte gider, çıkışında ise sahip boyu yürüyüp fenerde bira içerdik. Hava kararır, rüzgar çıkar, polisler kovalardı ama yıllarca sürdü bu alışkanlık. İlk başlarda çok hasta olmuştum. Babam ne içtiğim biraları biliyordu ne de bir deniz fenerinin dibinde saatlerce oturduğumu... En güzel hikayeleri, en güzel insanları Kadir'den dinliyordum. Bambaşka bir dünyanın içinden bahsediyordu bana. Hiç gitmediğim, gidemeyeceğim ve belki de olmayan yerleri anlatıyordu. Nefes nefese kalıyordum tavşanın, aslanlar ormanından kaçışını dinlerken. Evime gitmek istemezdim. Babam alıştı Kadir'e ama anneme göre o tehlikeli bir deli. Bir gün sebepsiz yere beni öldüreceğinden korkuyor. Aslında başımı kaç kez beladan kurtardığını söylesem şaşırır heralde...

Bir gün, Kadir'in kuru temizlemeye bıraktığım elbisesini aldım ve evine götürdüm. Kapıyı heyecanla açtı ve elbisei elimden aldı. "Sen giy bunu hemen hemen hemen. Çabuk çabuk çabuk..." şaşırıp kaldım. Gülerek reddetmeye çalıştım ama giydirene kadar peşimi bırakmayacaktı. Kahkahalarla gülerek giydim elbiseyi. Kolları düdük gibi oldu. Paçalarım o kadar kısa geldi ki, çoraplarım sanırım 20 metreden fark ediliyordu. Aniden beni tutup dışarıya çıkarttı. Evin hemen çaprazındaki apartmanın önüne kocaman bir kamyon park etmiş, nakliyeciler eşyaları boş olan ikinci kata çıkarıyorlardı. Kadir, bana evin balkonunu işaret etti. Kıvırcık saçlı, zayıf mı zayıf, bordo elbiseli bir kız, kollarını korkuluğa dayamış mahalleyi izliyordu. Hayatımda gördüğüm en güzel kızlardan biriydi. Kadir'i üzmemek için takım elbiseyi çıkartmayı teklif etmedim. Kamyonun yanına gidip, eşyaları taşımak için yardım etmek istedik ancak az kalsın dayak yiyorduk. Kadir de ben de dayağa şerbetliyiz ancak bu kez bunun olmasına izin vermedik. Evin hemen karşısındaki yokuştan çıktık Kadir'le. Yol boyunca ben de deliye vurdum Kadir'le. Aşık olmuştum....

Aşık olmam en çok Kadir'i mutlu etti. Bir de dalga geçti ki benimle, sormayın gitsin. Benim için kızın adını bile öğrenmiş ikinci gün. Üçüncü gün babasının en iş yaptığını da öğrenmiş. Dördüncü gün, iş istemeye gidip dayak yedik. Beşinci gün, o kızı okulda, sınıfımda gördüm... Büyük ihtimal nakil işlemleri yeni tamamlanmıştı. Sessiz sakin ders takip edip sorulanlara makul cevaplar vermem onu şaşırtmış olacak ki, üçüncü tenefüs yanıma geldi. "Sen deli değil miydin?" dedi. "O adam senin baban mı, abin mi, nereden tanışıyorsunuz?" dedi. Birçok soru sordu ancak soruların çoğu Kadir'le ilgiliydi. En yakın arkadaşımdı o. O yüzden ne kızdım ne de kıskandım. Kadir'i anlattım bol bol. O gün eve Kadir'le birlikte bıraktık onu. Her şey çok hızlı ilerledi o dönem. Zaten gençlik öyledir.  O dönem Kadir, ben ve o birlikte dolaşmaya başladık. Ne meyve bahçeleri kaldı mahallede ne de çalınmadık zil. Camlara yumurtalar da attık, duvarlara küfürler de yazdık... Herkes bizi suçluyordu ancak kimse suçüstü yapamadığı için yakalanmamış sayılıyorduk.

Kadir, bir gün yine kendi kendine konuşurken öksürmeye başladı. Başta önemsemedik ancak öksürükler arttı. Bir süre sonra kan gelmeye başladı öksürüklerden. Gittiği her doktorun canını bezdirdi Kadir ancak Hayriye Hanım, bize sonuna kadar yardımcı oldu. Tahlillerin sonuçlarını alana kadar dinlenmesini söyledi Kadir'e ancak o durur mu? Her sabah yine aynı yerde beni bekledi. Tutup kolundan evine götürdüm bir keresinde. Kendi kendine sayıklıyordu. Sonra bir süre sessizlik oldu. Hayatımda korku nedir o zaman hissettim. Kadir'le birlikte yaşadığımız o hissin adrenalin olduğunu o zaman anladım. Hemen 2-3 battaniye takviyesi yaptım ancak yine ses yoktu. O kalın tabakanın altında o kadar hareketsiz yatıyordu ki, bir an öldüğünü sandım. Hemen aynayı alıp ağzına tuttum. Ayna buharlanmaya başlayınca anladım yaşadığını. O gün orada, tekli koltukta, Kadir'in karşısında uyudum. Eve ilk kez o gün gitmedim. Sabahleyin birden Kadir'in kol saati çalmaya başladı. Adımı sayıklayarak uyandı. "Nerede... Geç kaldım. Geç. Gitti mi. Ne kadar sürer?" diye bir şeyler söyledi. Her sabah mahalleye gelmek için kolundaki saati kurmuş o zaman anladım. Yanına gittim. Alnını tuttum. Dinlenmesini söyledim.  Eve döndüm, üzerimi değiştirdim, annemin ev için yaptığı çorbayı küçük bir tencereye doldurdum ve Kadir'in yanına gittim. Kol saati masanın üzerindeydi. Kadir ölmüştü. Kol saatini de sanki almam için koymuştu masanın üzerine. Alnı soğuktu. Hiç o kadar ağlamamıştım hayatımda. Belki yaş olarak aramızda dağlar vardı. Belki herkesin ondan kaçacağı biriydi. Belki çok sigara içiyordu. Belki çok yalan söylüyordu. Belki fazlasıyla zor durumda bırakıyordu insanları zaman zaman... Ama o benim en iyi arkadaşımdı...

Kadir'den sonra ben de gittim. Her sabah erkenden kalkıp, beni her zaman beklediği yere bakıyorum. Gelmiyor. O köşeye yağmur da yağdı, o köşeye kar da yağdı, o köşeye güneş de vurdu... O köşede mevsimler döndü durdu ama Kadir dönmedi. Okulu bıraktım. Kimseyi görmek istemediğim için aşık olduğum o kızla arama dağlar kadar mesafe girdi. Dağlar kadar. Sokağa artık Kadir'siz çıkmaya korkuyorum. Ne bileyim; yakalanmaktan, kovalanmaktan, başın sağolsun denmesinden korkuyorum. Dediğim gibi. Kolumda Kadir'in saati var. Onun alarmıyla her sabah aynı saatte uyanıp beni beklediği yere bakıyorum. Kadir gelmiyor.

28 Ekim 2013 Pazartesi

Cumhuriyet Bayramı üzerine...

... İstanbullular, Kızılay'ın çağrısına kulak vererek Kurtuluş Savaşı'na para ile katkı sağlamak için gazetelerde sıraya girdi. 'İleri' gazetesinin dar idarehanesinde sığmayanların büyük kısmı dışarıda kalmıştı. Kaldırımın yakınında bir işgal devriyesi göründü. İstanbullular, normalde bu devriyelere yol verirdi ancak bu kez kimse kılını kıpırdatmadı. Devriye, alt bir sokaktan devam etmek zorunda kaldı... 
İçeride, daha afyonu patlamamış olan idare memuru , bir deftere söylene söylene bağış yapanın adını ve miktarını yazıyordu... 

"Kahveci Ali, 100 kuruş, Eskici Yusuf, 50 kuruş, Hallaç Asım, 75 kuruş, Bakkal Adem, 200 kuruş..." 

Sırada, küçük, cılız bir oğlan vardı. Bir önceki bağışçının çocuğu sanan memur, öfkeyle, çocuğa yürüyüp yol vermesini için işaret etti. Çocuk yürümedi. Büyük bir ciddiyetle bütün servetini masanın üzerine bıraktı.

"Hasan! 5 kuruş"
Suratsız idare memurunun gözleri doldu. Ağladığını göstermemek için yüzünü, kocaman mendilin arkasına sakladı...
(Şu Çılgın Türkler - Turgut Özakman, Sf. 47)

- İşte Cumhuriyet, böyle kazanıldı. En büyük bayramımız, Cumhuriyet Bayramı, kutlu olsun!



(Turgut Özakman'ı da rahmetle, sevgiyle anıyorum...)

23 Eylül 2013 Pazartesi

Kepi attık, yeni bir sayfa açalım...

Her şey, Bahçeşehir Üniversitesi, A blok 2. katta başladı. Liseden sonra iki yıl ara verdiğim eğitime geri dönmüştüm. İki yılın ilki, sabahları dersane; öğlenden akşama kadar iş ve uyuya kalana kadar dersanenin sınavlarını çözmekle geçti. İkinci sene, "Olmaz" dedim. "Olmuyor". Vazgeçmiştim. Sonra, bir şeyler oldu ve yeniden başlamaya karar verdim. İşi bıraktım ve dersaneye başladım. Sabah 8, akşam 8... Rehber hocalarımla birlikte kapatıyorduk dersaneyi. Işıklar sönene kadar çıkmadım. Dışarıdan baktığınızda siz ne düşünürsünüz bilmem ama yüzde 50'yle Bahçeşehir Üniversitesi'ni kazanmak benim için büyük başarıydı. Aklımda İzmir vardı, Eskişehir, Kocaeli falan... Sadece gitmek istiyordum. Olgunlaşmak için, kendi iyiliğim için. Gidemedim. "Şehir dışında da aynı masraf oluyor" dedi annem ve Bahçeşehir'i yazdım. Babam olmasına rağmen, hayatta en az vakit geçirdiğim adam, "İki saat fazla çalışırım ne olmuş" dedi. O iki saatler, 5 sene içinde 4 saate çıktı. Sabah 9, gece 12... Aralıksız çalıştı, benim için; bizim için. Karşılıksız bırakmamalıydım. Sıfır İngilizce'yle hazırlık sınıfında başladım. Korka korka okudum. 2 kez kur atlayamadım ama güç bela verdim sınavı. Geçmiştim. Çok arkadaşım arkamda kaldı. Bir sene sonra görüşürdük, olsun...

İlk sene çok şey öğrendim. Emeklerini asla inkar edemeyeceğim iki güzel insan girdi hayatıma. Biri Mehmet, biri Mahmut hoca. Zaman içinde, sadece ders konusunda değil, hayat konusunda da rehberlik etmeye başladılar. Çoğu fikrim değişti. İnsanların fikirlerine saygı duymayı ve gerekli tepki vermeyi bana Mahmut Çınar öğretti. Anlaşamadığım insanlarla başka türlü konuşup, kimseyi yargılamamayı öğrendim. Mehmet hoca.. Sağolsun. Ne söylediyse çıkar. Daha ilk seneden gazeteciliği aşıladı. Okul gazetesine ilk haberimin girdiği hafta, Ali Kırca'ya röportaja yolladı. Alanda, yayında, gazetede... Gazetecilikle ilgili karşılaşabileceğimi söylediği her şeyle yüzleştim. Hep doğruyu bildi. Bana onurlu olmayı, gazeteci olurken insan olmayı öğretti. İnatçıydı evet. Kapısını bile çalmaya korkarlardı ama Mehmet hocayı tanımak; yüzmek gibiydi. Hani başta korkarsın sudan çıkmak istemezsin. Öyle. Sonra akşamladığımız gazete günleri geldi. Gazetelerden okuduğum, hayatım boyunca göremeyeceğimi düşündüğüm insanlarla röportajlar yaptım. Hepsi harika deneyimlerdi. Pırlanta gibi. Anneye bile "Öf" dedim ama bu ikiliye demedim :)

Bir de sosyal hayat kısmı vardı okulun. Tuhaftır. Biz 20 kişi yoktuk. Okulun öğrenci sayısı bakımından en rahat grubuyduk ama hiçbir zaman tam bir grup olamadık. Çocukça kavgalarımız, harcadığımız günler oldu. İlk heves, kalktık gittik birkaç yere ama sonrasında küçük küçük mesafeler girdi. Çok güzel insanlar da tanıdım tabii. Hepsi iyi ki var..

İlk yılımda "Atatürkçü Düşünce Kulübü" üyesi oldum. İşte burası kırılma noktasıydı. Asla hayatımdan çıkartmak istemeyeceğim insanları burada tanıdım. İlk olarak Ece, Emil ve sonrasında Umut, Ozan, Murat... Ve onların da arkadaşları tabii. İsim kalabalığı yapmayayım; pırlanta gibi insanlar tanıdım. Haklarını ödeyemem. Uzun yaz tattillerinde bile birlikteydik. Kendi evimden çok onların evinde kaldım. Yemekler, futbol maçları falan... Bir günün 24 saat olmasına ilk isyanım bu dönemlere rastlar. Çok dolu ve çok güzel yaşadık. Yaşayacağız da...
Aşık da oldum. En sonuncusu en güzeliydi. Hala daha öyle. Okul sayesinde Buse'yi tanıdım. Fermuar gibiyiz. Bu kadar kusursuz bir uyum... İngilizlerin "Perfect Match" dedikleri şey.. Neyse...

4. sene, ilk 3 sene almam gereken ne kadar ders varsa hepsini aldığım için bomboş geçti. Mezuniyet projem ve Hürriyet'teki işimi birlikte götürdüm. Kar, kış, güneş, Karaköy, çamur, boğazımı yakan kazaklar ve mezuniyet projem. Böyle bitti işte. Aptala döndüren rüzgarlar gibiydi 3 yıl ama 4. sınıfta yaşadığım mezuniyet dönemi Hindistan filmleri gibiydi. Bitmek bilmedi.

Çok sıkıntılar çektim ve çok da eğlendim... İyi ki okumuşum. İkinci şansı olmayanlardandım. Yaz okuluna, telafiye falan gidemezdim. Ben babama kazasız belasız, 4 sene sonunda mezun olma sözü verdim. Ve o sözü tutabildiğim için kendimle gurur duyabilirim...

Hayatım boyunca en büyük şansımın doğru insanlarla tanışmak ve arkadaşlık kurmak olduğuna inandım. Ne mutlu bana ki hep güzel insanlar çıktı karşıma.

Şimdi bambaşka bir hayat başlıyor. Yeni bir kapı açılıyor önümde. Belki babam daha az çalışmaya başlar bizim de televizyon karşısında maç özetlerini izlerken içtiğimiz çayların sayısı artar. Bakarsın birkaç sene sıkı sıkıya çalışıp, "Yeter baba. Artık dinlenme vaktin geldi" diyebilirim.

Çok şey olur daha... Hayat senin, hayat benim, hayat bizim... Her şeyin en güzeli sizinle olsun. Üzerimde emeği geçen herkese çok teşekkür ederim.

9 Eylül 2013 Pazartesi

Biraz büyüdük; boka sardı ne varsa...

Beşiktaş... Ne çok güzel, ne çok hüzünlü gün var içinde senin. Kırılması zor bir cevizdin sen. Sen beni; ben seni kabul edene kadar epey uğraştık. Sağda solda üzüldüğüm yerler, önünde dikildiğim kitapçıların, gözlerim kan çanağına dönene kadar oyun oynadığım kafeler... Ve evler. En önemlisi de o evler oldu. Ne çok şey birikmiş ama... Okul bitti, izleri gitmiyor. Bir sokak başında donup kalıyorum bazen. Umut, Ozan ve ben karşı kaldırımdan Mısırlıbahçe sokağa gidiyor sanki.

Çok eski ve kahverengi üçlü koltuğu kapmak için birbirimize söylemediğimiz bir yarış var içimizde. Eve gidilsin, biralar açılsın, diziler başlasın... Dünyanın en sorunsuz, en rahat insanı sen ol. İstediğin saatte uyu. Gece üşür de battaniye bulamazsan dert etme, montunu giyer yatarsın.. Acıkırsan dolaba gitme, ne var ne yok süpürmüştür zaten Umut...

Gece söylenen yemekler ve genellikle 25 kuruşlardan birleştirdiğimiz parayla aldığımız bir litre kolaların tadını özlüyorum. O kirli parkeye düşmüş, etrafında tozdan iz olmuş iskambil kağıtlarındaki kartı tahmin etme heyecanını... Çalışmayan televizyonu tokatlamayı ve Ozan uyuya kaldığında bilgisayarına konmayı..

Balkonunu da özlüyorum. Arkadaşlarıma kızarım ama kaçak yollardan 1-2 sigara içmişliğim vardır. Çıplak ayakla bastığımız o sarı fayanslar ve ağzına kadar dolu küllükleri düşürüşümüz gözümün önünde.

O ev, üzüldüğümü de görmüştür ama en çok kahkahalarım kaldı duvarda. Şimdi dokunsam elim üşümez. Çok güldük, çok eğlendik, çok üzüldük ve çok güzel zamanlar geçirdik...  Daha üzerine yazacak yüzlerce şey var o ev hakkında. Gizli kalması ve bir daha hiç konuşulmaması gereken şeyler de orada kaldı. Üzülüyor insan. İlk adımımı 2008'de attım ama sanki bir ayağım hala orada. Çok kıymetliydi. Çok güzeldi. Güzel olan her şeyin olduğu gibi; sonu çabuk geldi onun da. Büyüdük biraz. Mezun olduk ve dağıldık. Zaten her şey o zaman boka sarmaya başladı. Yeni bir ev, yeni bir film, aynı güzel insanlar lazım bana.

24 Mart 2013 Pazar

23 Mart 2013 Cumartesi

Kurşun Asker


hep son sözlerimden önce kesme işaretleri;
hep birilerinin bir diyeceği muhakkak var arkamdan...

hep satır başında noktalarım..
söze hiç başlamadan el sallayacak gibiyim
delik yelkenlim...
tahtadan mataram...
ben bu hikayede oyuncak bir kurşun askerim

Gökmen Kaya 2009

14 Mart 2013 Perşembe

Dedemden yediğim ilk ve son tokat

Asla arsız bir çocuk olmadım. Dayak delisi büyüyen kuzenlerim oldu, bir yanağına tokadı yediği zaman diğerini çeviren. Benim ağzıma çok biber sürdüler ama. Annem sağ olsun, onun sayesinde içtiğim her çorbanın rengi kıpkırmızı. Onun sayesinde yemeğe oturduğum zaman hemen acı sosu isterim...

Dediğim gibi, dayakla büyümedim. Sadece telefonları saçma sapan ses tonlarıyla açtığım için bir kez babam tokat attı. Dedemle de -annemin babası- hep iyi ilişkilerim oldu. Yan cebinde sürekli Antep fıstığı taşırdı ve sürekli olarak yanına çağırır, zulasından verirdi. Başka torununa buna benzer bir şey yapmadı sanıyorum. Ya da ikili oynadı, Allah bilir...

Belçika'da yaşayan teyzem gelmişti o yıl, iki kuzenimi birden getirmişlerdi bu sefer. Yine haşarılık peşindeydik o yaz. Ne kadar erik ağacı varsa tepesindeydik. Çalılarda kolumuzu çize çize böğürtlen yedik. Deli gibi futbol oynadık o yaz. Yine kalemiz garaj kapısıydı. Bütün gün baaam baaam ses çıkardı. Hanife hanım teyze, sürekli olarak tehdidlerine devam ederdi ama topumuzu hiç kesmedi. Karpuz keser onu getirirdi...

Neyse... O yaz Emirgan'ın burnundan getirdik. Salatalık savaşları yaptık karşı mahalle çocuklarıyla. Kavgalar çıkartıp babamı çağırdık, gelip kurtardı... Bir gün de dedemin oltasını yürütüp sahile inmek istedik. Bildiğim birkaç Flamanca kelime ile anlaşmaya çalışıyorduk çocuklarla ancak o Flamanca'nın içine fazla Türkçe karışınca dedem uyandı mevzuya. Sessiz sessiz yürüttüğümüz o toplantı bölündü, dedem mevzuya uyandı... "Alamazsınız oltayı!" diye bağırdı. "Dede" dedim, "Hani senin kulağın duymuyordu?"... Sonrası malum. Aslında çok masum bir soru sormuştum ancak  bazen büyükler sizin söylediklerinizi farklı değerlendiriyor...

İlkti ve son oldu.

5 Ocak 2013 Cumartesi

Tecavüz kurbanının ardından

Türkiye'de maalesef, utancından sokağa çıkmaması gereken insanlar her gün hayatımızın içinde...

Çok çarpıcı bir rakam çıktı ortaya. Tecavüze uğrayanların %62'si 18 yaşın altındaymış. Daha geçtiğimiz gün, bir dedenin zihinsel engelli torununa tacizlerini okuduk...

Dünyada da elbette örneği çok. Son olarak Hindistan'da otobüste 6 erkeğin tacizine ve tecavüzüne uğrayan kadın öldü.23 yaşındaydı, tıp okuyordu... Erkeklerin de hadım edilmesi, asılması isteniyor.. Yeter mi? Yetmez...

Çünkü, bu cinsel doyumsuzluk ve sapkınlık hiç bitmeyecek...

Tecavüze uğrayan o kadın öldü dediğim gibi. Bu fotoğraf ise onun cenaze töreninden. Pankart tutan kızın yüzüne, gözlerine iyi bakın. her şeye rağmen özgürlüğünü yaşamak istiyor. İşte görevimiz de budur insanlık olarak, tertemiz, ayrımcılık olmayan, herkesin özgürce yaşayabileceği bir dünya yaratmak, bunu yapmayı en azından denemek...

"Bana ne giyeceğimi öğretme, çocuklarına tecavüz etmemeyi öğret" diyor genç kadın.
Haklı olarak.