23 Kasım 2012 Cuma

Bıçak gibi adam...

"Çakmağım yok" dedi. Sormamıştım zaten. Oturduk. Derin bir nefes aldı. "Üşümeye başladım artık" dedi. "Kasım, geçen hafta Eylül gibiydi ama artık öyle değil, üşütüyor" dedi. "Öyle" dedim. Ceketimi çıkarıp vermedim. Anlık gelen 1-2 baş ağrısı, avuçta soğuyan çay, boynumu kaşındıran bir atkım vardı. Kış ve kışın getirdikleri. Sanki görüşmediğimiz o bir sene, aramıza kar yağmış, buz tutmuş ve her gün biraz daha güçlenmiş ve kimsenin kıramayacağı bir buz tabakasına dönüşmüştü. Çok tuhaftı. Bir zamanlar canını verebileceğini düşündüğüm biriydi.
Ama işte, her şey değişiyor. Zaman kendi içinde kaybediyor bazen yaşananları. İstediğin kadar yaşa. Bir yerden sonra, bütün yaşadıkların bir akıntı üzerinde, hızla kürek çekerek uzaklaşıyor.
O gün, bana ne sorduysa reddettim, yalanladım, "Yok!" dedim.
Üzülmüş gibi durmuyordu.
Bir kez daha çakmak zordu. Elini cebime soktu. Ben elimi cebimden çıkarttım, dokunsun istemedim. Hiç bozulmadı.
Nefesinin buharı, solumuzda yanan sokak lambasına doğru gidiyor, hızla dağılıyordu.
Ben, dağılan her şeyde olduğu gibi kendimi görüyordum.
Sonrasını hatırlamıyorum. Bir şeyler daha konuştuk. Sessizce kalktı gitti bir süre sonra. Kendimi boşluğa, amaçsızca bakarken buldum. Sonra telefonum çaldı... Baktım, bilmediğim bir numara.
Telefonu banka koydum, arkama bile bakmadan evin yolunu tuttum.
İki gün sonra haberi geldi. Ölmüştü.
Bir not bulmuşlar evinde, şöyle yazıyormuş; Bir gün gelir, aklında sadece iyi şeyler kalır. Ben o iyi şeylerle gidiyorum...

Üzülmemiştim. Bıçak gibiydim.