29 Aralık 2008 Pazartesi

Ne İki Gün Ama...!

Masal gibi başlıyorum direk... ''Aylar yılları, yıllar ayları, mevsimleri, takvim yapraklarını...'' falan filan olmadı tabi, sadece bir kaç gün ayrı kaldım o kadarcık. Neyse, anlatacak çok şey var, cuma akşamından telaşı vardı gelecek olan 2 gün süresinin... C.tesi günü, okulumuzun bir kulubünün kollarından tekinin kaynaşma toplantısına gittik. Akşam saat 7:30'da ayarlanan yerde bulunarak görevmi yerine getirdim tabiiki. Saat 3'e kadar Taksim'de kaldık geceleyin... Sonra, Umut kardeşimin evine gittik bu tarz akşamların benzeyen ve kaçınılmaz sonudur çünkü bu tarz akşamlardan sonra Umut'lara gitmek... 7 veya 8 kişiydik, tam hatırlayamıyorum. Biraz alkol aldık, birbirmizle dalga geçtik... Sabah ise ayakta kalan tek nöbetçisi gibi evin, saat 10'da uyuyarak günü noktala....-dığımı sanmıştım ki, 11'de acı acı çalan telefona kalkarak babamın kesin komutlarına karşı koyamadan, hemen eve döneceğimin sözünü vererek ayrıldım... Ayakta durdukça bacaklarım titiriyordu, o derece bir yorgunlukla evin yolunu tuttum, saat de 1'den 4'e kadar uyuyarak akşam 5'de içinde bulunmaya söz verdiğim okulun yolunu tuttum... Ölesiye yorgun... Sonrası film gibi demek geçiyodu aslında burayı bağlarken, tam uyuşacak birazdan okuyacaklarınızla çünkü...

Blog'a 9 Eylül 2008'de koyduğum ''Sanmıyorum'' adlı öykümün senaryo halini tamamladım Ece ile... Yani filmin sahibesi ile. Çağdaş kardeşimin filmin sonuna bulduğu süper cümlenin gazı ile başladık çekime... 4 yaşında oynadığım çorap reklamından sonra, ilk kez kamera karşısına çıkıcaktım, zordu haliyle... Rol arkadaşım Ceren ile çekimde gülmemek üzere anlaşmıştık, gülmekdik de pek... Sadece yakın çekimler zorladı birazcık.. Geri kalanı ise, arkadaş ortamında eridi gitti.. Neşeli, komik, müthiş esprili, bol çaylı, biralı, materyalli, karışık, kağıtlı, tokalı, maket bıçaklı, atkılı, paltolu bir çekim oldu... Bu arada çayı yazmamın sebebi Emil kardeşimdir. Bir çaydanlık çayı bütün fayansa dökmeyi başardı, sonra çorapları çıkartıp vileda ile sildi çayları... Depresif bir filmi her an komedi filmine dönüştürebilecek enerjim de vardı, yeteneğim de, Ece'den korktuğum için pek konuşamadım... Ara sıra gergin anlardan el ele arkadaşlık duygusu ile çıkabildik her seferinde, hep beraber. Bu arada, sette bulunan sanat eseri İtalyan kabartmaları gibi duran Gönül'e, görüntü yönetmeni, müthiş enerjik, süpersonik, psikopat, iş sevdalısı Gözde'ye ayrı bir teşekkür etmek gerek sanırım.
Sabahleyin 7'ye kadar çekimler sürdü, sonra kısa bir uyu... Hemen ardından dış mekandan kalma bir kaç basit çekimi halletmeye koyulduk. Hemen bitti çok şükür... Sonra amele tulumumu tekrar giyerek (kesinklikle ameleleri küçümseyerek söylemiyorum onların nasırlı ve öpülesi ellerine saygım hep sonsuzdur) tripot olsun, monitör olsun taşıdık okula kadar... Ve, nefes aldıkça kemiklerim batmaya başladı. Ayakta durdukça ayaklarım titremeye başladı demek yanlış olur, hiç gitmeyen bir tik gibiydi bütün gün yorgunluktan. Daha daha sonra, okula gittim sıraya oturduktan sonra, herkese hafta sonu neler yaptığımı anlattım, (tabiki ingilizce) filmde bile bu kadar zorlanmamıştım. Değişik ve güzel tepkiler aldım. Sonra Allah yüzüme baktı desem heralde tam yerini bulur. Derse gelmesi gerek hoca gelmemiş, sonra da tatil tabi... Son 3 saat ders olmadı... Evin yolunu tutum... Uzun süre sonra otobüste uyudum. Eve geldim, bir kaşık yemek yok... Annemin olmayışının 55. günü olması lazım bugün gittim yine hazır çorba ve makarna ikilisini aldım. Kardeşime yaptırdım, bu yazıyı yazmaya başladım... Makarnam da az önce bitti. Mutluyum yaa, ilişkilerim de güzel gidiyor insanlarla... Güven, saygı, sevgi, tanıdıklık, yalnızlık... Herşey şimdi bir toparlanma dönemine girmiş gibi şimdilik.... Umarım böyle devam eder, hatta güzellikler katılır içine...
Bu arada son olarak, resimleri koycam buraya settekileri gelince... Sonra da, filmi belki 2 hafta içinde falan, düşük bir ihtimal ekleyebilirim... 15 dakika olacak maksimum. Bu arada, herkesin adını yazmak istedim ordaki; Ev sahibimiz, koca oğlan, beni sırtına vurup baş aşşağı sallayabilecek kadar güçlü, canım kardeşim Umut, diğer ortak Ferdi, kedi sever Ceren, arada gelip giden Hakan, süpersonik Gözde, yine canım kardeşim Emil'im, Gönül, Ece'ciğim...
Çok çok saolun sizde... Unutmayın bugünü... Seviyorum sizi.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Tanrı'ya Açık Mektup !

Tanrı'm, çoğu zaman sana isyan ediyorum... Bazen kendime, çevreme, tanımadıklarıma, siyasi yönetimlere, savaşlara, yalnışlara, acılara, isyanlara bile isyan ettim. Bunların hepsi, senin bir şekilde sayende oluyor... Mutlaka ucu dokunuyor bir kararının sonucu.
Hepsini geçtim Tanrı'm, odamın kapısını, bütün ışıkları kapadıktan sonra kendi kendime kalıp küçük dünyama çekildiğimde düşündüklerim, düşündürdüklerin de yalnışlar.
Sana inancım var, seni seviyorum, gücüne saygı duyuyorum... Ve birşey sormak istiyorum sana, ''neden herşey kötü giderken daha da kötüleri geliyor peşinden...'' inan ki, sana bazı geceler sorduğum ''neden savaşlar, ve savaşlarda ölenler var...'' soruları kadar içten bir soru bu...
Neden en güçsüz olduğum anı bekler gibisin sen... Artık, ''istediğin'' mi, ''layık'' gördüğün mü bilemeyeceğim ama, dokunsalar ağlayacak gibiyim...
Ya da, birine dokunsam... Hadi, bari hapset beni !

19 Aralık 2008 Cuma

Ah Şu İstekler, Çaresizlikler Tokuşması

Çok şey yapasım var ama, vaktim yok... bir yığın hikayelik şey biriktirdim ama daha oturup yazacak vakti de bulamadım, üzerinde düşünecek vakti de...
Sıkıcı geçiyor herşey... Bu sayfayı açıp bişey okumak isteyenler yeni bişey bulamayınca biraz üzülüyor olabilir bence... Ben şahsen üzülüyorum bazı arkadaşlarımda yeni bişey göremeyince...
Neyse, vakitlice güzel şeyler yapacağım inşallah, hele bi girsin araya hafta sonu, o zaman süper olcak işte!

15 Aralık 2008 Pazartesi

Aşk-ı Hürrem ile Barışmak....


Hayatımın bir bölümün içnde kendine yer edinen, çekilmek ve tükenmek bilmeyen Aşk-ı Hürrem ile kavgalıydık... Bilen bilir (!)
Bugün uyandım, büyük ihtimal rüyamın etkisi ile oldu bunlar... Elim ayağım titredi... Gözlerim dolu...
Hemen bilgisayarda açmamak için kendime söz verdiğim Can Atilla klasörüne girdim sabırsızca. Resimlerini silmiştim yaptırdığım 'O' şarkı için.
Bu sabah ne olduysa, kendiliğindenliğe sürüklenerek barıştım onunla... Olması gereken böyleymiş... İçimin kin tutmayan kutsal taşlığından, gözlerim mavi gibi gökyüzüne, yeşilmiş gibi ormanlara baktım... Dedim ki;

Masmavi gökyüzünde
Kaybolmuş kutup yıldızı
Mehtaba sürgün olmuş hayaller
Geçmiş yiter gider

Sarmışsa ruhunu dalgalar
Anlatır gibi her şeyi
Kalbim barışmış gözyaşlarıyla
Nastasia elveda....

Sonra, sonrası karışık... Bilmiyorum kaçıncı kez dinliyorum... Ama uzun sürecek yine sanırım...
Kalbim barışmış, gözyaşlarıyla....

13 Aralık 2008 Cumartesi

Teşekkür, Saygı, Sevgi, Güzel Bir Gün... !

Eveeeeet, günler sonra geri gelmek... Dün hayatımın en güzel günlerinden birisini yaşadım. Sürekli fotoğraf çekerek.. Daha doğrusu çekilerek... Hafif bir kırgnlığım vardı, ona rağmen hava koşullarına direnerek, hasta olacağımı bilerek cengaver gibi dolaştım... Neyse, saat 12:30'da, sakalı gıdığını kapatmış bir adamın fetvası ile başladı Taksim macerası. Neyseki çok geçmeden geldi Duygu Silsilesi...(bkz: izleniyorum) Kısaca Duygu benim için.. Yürüdük İstiklal'den aşağıya doğru... Ara Güler'in kafesine gittik bir ara sokaktaki, ben ilk kez gidiyordum, O'da oradaydı, kendi kafesinde, arkadaşları, sevenleri, imza attıranlar defterlere falangayet güzeldi... Oturduk bişeyler içtik, az sonra da resim çekmeye gidicektik bol bol... Kırılganlığım ve utangaçlığımı atlatmam için iyi bir sıçrama tahtası oldu. Tam oradan ayrılıyorduk ki, bir başka blogcu geldi, Ecem geldi, (bkz: clementine) ilk kez karşılaştık, selamlaştık falan... Şaşırdım bu tesadüfe.
Daha sonra çekimler için gittim, fotoğrafcım birazcık kıskandırıcı, gizemli hareketler yaptı... Çektiği fotoğrafların hepsini göstermedi mesela süpriz olması için, tamam dedik, öyle olsun dedik. Ama emindim çok güzel şeyler çıkacağından, o yüzden pek ses etmedim... Dönerken ise metroyu tercih ettim, durağıma geldiğimde kalkamayacağımı hissedince gerçekten çok kötü oldum, iyice hasta olmuştum, evde ıhlamurun olup olmadığını düşüne düşüne, burnumu çeke çeke geldim eve... Saat 21:00 olduğunda burnumdan nefes alamıyordum. Hala daha alamıyorum, söylemek istedim. Ama, hastalıktan çok, her anı güzel geçen bir günü düşündüm. Dolaşmalı, yorucu, ama keyifliydi kısacası... Resimlerin hepsini koymayı düşündüm bir ara buraya, saat 15:00 sularında ulaştım hepsine... Sonra, gizemli kalmanın daha güzel olacağını düşünerek, bir tanesini blog profili için ekledim.. Açık söylüyorum, kendimi bişey sandım resimleri gördükten sonra. Herşey için, tekrar tekrar teşekkür ediyorum Duygu'ma burdan, saygı ve sevgi ile... Günün resimlerinden bir tane koyuyorum şimdi (:

10 Aralık 2008 Çarşamba

Diilerim kiiiii Mutlu Ol Sevgilimmmmmm. . .

Issız Adam'a gittim en sonunda... Kısacası canım yandı ve suçlular çıkarttım arka arkaya... Çoğu zaman kendim, çoğu zaman 'onlar' ama hep birilerinin suçlu olduğu bir geçmiş... Geçmişin izleri, yüzleşilmekten korkulan sayfalar, anılar, hikayeler, lahzalar, kırıklıklar... Sindire sindire seyrettim filmi; tam 12:55'te 13:25 seansı için bileti aldım AFM'den. Bileti aldım, oturdum, Sonra kendi hayatımdan kesitler ve ayrıntılar ve hatta anlar yakaladım... Üzüldüm açıkçası çok. Zaten kırılgan bir yapıya sahip olduğum bilinir tanıyanlar tarafından...
En önemli nokta şuydu, çözümlemeler yaptım kendi içimde.Kendime o kadar küfürler ettim ki, o kadar kızdım ki kendime anlatamam... Çünkü perdede benim hayatımı başkası oynuyordu... ''Can yakan, acımasız, duygusuz, ne istediğini bilmeyen, sorumsuz, lanet bir adam'dım'' aynen Alper gibi. Canını yaktıklarımdan, tüm kırdıklarımdan, uzak kaldıklarımdan, soğuk davrandıklarımdan özür diledim içimden tek tek... Ve, gitmem için ısrar eden 'bazı' kişilerin, pişmanlığa sürüklenmem için, bir özür dileme kibarlığında bulunmam için ısrar ettiklerini anladım... Kendimin, O'nların yüzüne karşı konuşamayacak kadar küçük bir adam olduğumu da... Sakat ruhuma kızdım, sandalyemin tekerleklerini patlattım ! Ve, bir ayrıma daha vardım ki, beni bu hale getirenler de O'nların eskileri... Kısacası, tüm kırdığım bayanlardan (aşk anlamında) özür dilerim... Beni bu hale getirenlere de... getirenler de diyecek birşey bulamıyorum.. Siz günahlarımın istemeseniz de ortaklarısınız...! Neyse, eve geldim... Annemin olmayışının 32. günündeyiz ailece... Evde tekim, hemen geldim tek olacağım için... İtalya'dan gediye geldiği için dokunulmayan şaraplardan bir tanesini kimseye sormadan açtım... Uzandım, uyudum, uyandım, içtim, Issız Adam'ın biletini günlüğüme zımbaladım içmeye devam ediyorum.. Son bişey, ''gidin bu filme...''

7 Aralık 2008 Pazar

Atatürk'ü Neden Seviyorum?


''Bazı nedenleri bulabildim sonunda...'' ''Atatürk'ü neden bu kadar seviyorsun?'' Yıllardır duyduğum sorudur. Kendime defalarca sordum, ve her seferinde farklı bişeyi için çok sevdiğimin farkına vardım... ''Demekki herşeyi için seviyormuşum'' dedim. Yetim kalan, yatılı okullarda yalnız okuyan bir çocuktu... Yalnızlık can yakardı, onun da yandı ve gösterebildi ki kendi kendime, O benden daha güçlü.. Aynı zamanda kıskandım ben Atatürk'ü... Sorunlu bir okul hayatı geçti... Dayak yedi, dizleri üzerinde mekteplerde isyan bayrağı açtı 'insan' gibi okuyabilmek için... Cesurdu, ispat etti ve 'dik durabildiğinde', yalnız kalmayacağını arkadaşları ona katıldığında öğrendi! Cesaretini sevdim ben Atatürk'ün! Kudretini! Yetimlik günlerinden sırasında, kız kardeşi ve annesi ile, dayısının çiftliğine yerleşti, üvey babasını reddetti, annesine kızdı... Yine 'dik' durdu. İstediği okulun puanını tutturamadı, ama yılmadı... Ben Mustafa Kemal'in kararlılığını sevdim, ateşten gözleri ile gösterdiği Akdeniz'de bugün rahat rahat yüzebilmeyi birde...! Evinden uzak, yatılı okullarda sabah-akşam hasret ile yandığı günlere rağmen, hiçbirşeyi sıkıntı etmeyen, UMUT dolu bakışlarını kıskandım ve sevdim... Ne sarı saçlarım uçtu Balkanlarda rüzgara karşı, ne masmavi gözlerimle seyredebildiğim koca bir memleketi... Ben içimdeki O'na hayran olan yanımı sevdim, onu kıskandım açıkçası... Kendi gediklerimi kapattım tek tek ondaki 'fazlalıklarla'.. Asker oldu, üniformalarını sevdim, vatanımı bununla birlikte... Bilmeyi, bilmenin anlamını sevdim tek tek onun sayesinde... Bilgisiz, cahil, örümcek kafalı bir adam yapamazdı yaptıklarını... Sabahları 6'lara kadar uyumayan, kitap okumak için alnına ıslak bezler koyduran adamın içindeki okuma hırsını ve isteğini sevdim! ''Yalnız kalan'' çoğu zaman, bıkmayan, inat eden...
O'na ''O'na ''ordu yok'' diyenlere ''yapılır'' diyen, ''para yok'' diyenlere ''bulunur'' diyen, ''düşman çok'' diyenlere ''yenilir'' diyen adamın, içinde taşıdığı yüce inancı sevdim! Dinlenmemek üzere yola çıkan, başardım diyebilen, çalışan, çabalayan, kovalayan, deha, büyük asker, büyük insan, büyük siyasetçi, güzel insan..! Ben, 'Atam'ın' herşeyini sevdim...

6 Aralık 2008 Cumartesi

Teşekkür Ederim!

Canım benim. Blog için temel fikirler sendendi. Bu kadar güzel olmasını bende beklemiyordum...
Ne de bu kadar güzel tepkiler almasını.... Beril'im benim. Saol...

Yorumsuz !


!

5 Aralık 2008 Cuma

Sen Olmasaydın Evde Günlük Olmazdı

Bir gece önce de beraberdik halbuki.Yine özledim, yine özledim... Ama bu özlem, 'istediğim an görebileceğim' yetkisi ve imkanını vermiyordu... Sürekli planlı, programlı çerçeveler içerisinde içimin eriyen yerlerinin altına kendimi kaybetmemem için koyduğum destekleri sürekli kontrol ettiğim anlardı onlar. Gülüşerek, arada sarılarak, saçlarınla oynayarak, yüzünü kocaman avcuma alarak geçirdiğim... Keyfi varsa onun da benzer eylemlerde bulunduğu görüşmelerdi bunlar. ''Rutin'' gibi geliyordu, oysa ben iki senedir her sabah erkenden kalkıp onu seviyordum. O yüzden, beklenmedik hiç bişey olmazdı o buluşmalarda... Ben severdim, o ara sıra severdi, bazen hiç sevmezdi... Ben kendi halimde, iki-üç günlük geçici ve doyurucu olmayan vakitler yaratıyordum çoğu zaman istemeden, ve dediğim gibi, bir gece önce beraberdik... Eve geldiğimde kardeşim öpmek istedi, ''olmaz'' dedim, ''iyi geceler'' öpücüğümü aldım ben...

**

Sabah oldu, boş tencerelerin lovoba içinde yer bırakmadığı, kahvaltılıkların ve ekmek sepetinin boş olduğu mutfağa girdim, dolaptan portakal suyunu doldurum odaya geçtim. Beynimi, düşünmek ve kitap okumak eylemleri arasında yorup durdum. En sonunda anladım ki ''bugün ev bana dar'' çıktım, eski dersane hocalarımı görmeye gittim. Görevlilerin hepsi, adımla seslenerek selamladılar hemen girişte.. bir tanesi, ''çay koydum öğretmenler odasına daha yeni, git de iç taze taze'' dedi. Güldüm, ilerledim. Beni görmekten zevk alan, mutluluk duyan insanların varlığını bilmek gerçekten çok güzel. Kim olduğu, ne kadar yakınımda olduğu gerçekten önemli değil... Girdim, enteresan tespitleri tartıştık gündem ve hayata dair... Çeşitli konularda beyin fırtınaları yapıp yeni çıkan kitaplar ortasında kıyasıya tartıştık... ''Mustafa'' filmi konusunu açtığıma, hocaların neredeyse birbirine düşecek seviyeye geldiğini gördüğümde ürktüm... Neyse, bir galip çıkmadı zaten... Sonra okula indim, sonra kütüphaneye... Havaya baktım, karanlık ve sıcak... Uğur'u aradım yanıma çağırdım ''hemen geliyorum'' dedi. Çok sevindim... Çünkü buluşmaların bence böylesi güzel... Buluşacağımız yere giderken Ferhat'ı gördüm, okulda işi varmış, ''atla gel'' dedim, ''tamamdır abi'' dedi. Uğur'un yanına oturdum, Ferhat'ın geleceğini söyledim, beklemeye koyulduk. O an işte, hayal ile gerçek arasında gidip-gelerek, dokunduğumda gerçek olabileceğine inandığımdan fırladım yerimden... Kitabı ve cüzdanı bıraktım gittim.
Koşarken düşündüm, Evden çıkmaya karar vermem, okula gitmem, Uğur ile buluşmaya karar vermem, Ferhat'ı beklememiz, (Ferhat'ı beklemesek imkansızdı) her adımı sanki yerime bir iyilik meleği atmıştı...

**

Saçlarına baktım, ''kesin, o'' dedim. Kolundan tuttum ve sarıldım. (bir gece önce de çok istemiştim). Sanki dün görmemiş gibi, bir büyük hasreti dindirir gibi, babası kızdığı için yerdeki halı desenlerini izleyen çocukluğumun mahzunluğu geldi aklıma birden... Bende kaldırımlara bakıyordum ve bitmesini istemediğim bir an olduğu için, zaman kavramını düşünmeden hareket ediyordum... Hayat burada başlayabilir, bitebilir, sürebilir, imkansızlaşabilir... Açıkçası, saçım-başım falan derken, iyi hissetmiyordum kendimi. Özgüven boşluğum ile birleşti utangaçlığım... Büyük bir boşluğun içinde, O'nu bir Ege koyu, kendimi, o koyda yüzen bir içki şişesi gibi hissettim açıkçası. Ne yüzüne, ne gözlerine bakabildim, o anlar kendi kendime içime hep aynı soruyu sordum ''seviyormusun?'' Ayrılacaktık, sarıldım, o da tam o an (özellikle o an olduğuna eminim, çünkü normalde yüzüme bakarak soramazdı) ''neden gözlerime bakamıyorsun sen'' dedi. Ne suçluyum, ne zanlı, neden kaçıyorum ki... Bilmiyordum, şirinliğe de vuramadım o an, ''ara sıra bakıyorum ya'' dedim. O an sarılma işlemi bitmişti, ellerini bırakamadım ''neden ellerin titriyor ki'' dedi. Yine bişey diyemedim. Yerde sırt üstü yatarken, seni kovalayan bir vahşi hayvandan kaçma pozisyonundaki gibi hazırlıksızdım. Tekrar elim ayağıma dolaştı, şaşırdım, karıştım, bulandım falan filan. Yine sarıldım sonra ''yüzüne o an bakmamanın rahatlığı ile'' ''seni çok seviyorum ben'' dedim. ''Çok mu gerçekten'' dedi. ''Hayal bile edemezsin'' dedim. ''Yalan söylüyorsun'' dedi. O an, sevdiğimi ispat edebilecek bişeyler arandım, bulamadım. ''Çok çok seviyorum'' dedim. Yine havada kaldı. Ama, görmediğim, haberini alamadığım, sabahları camı açıp aldığım ilk nefeste kokusunu duyduğum veya duyamadığım, yaşadığım her anın bana cesaret veren duygularının, zamanlarının, anlarının, anlamlarının bana aşıladığı umuttan birşey kaybetmedim. ''Sever'' dedim, hala diyorum... Zaman önemli değil ne de olsa...
Neyse işte, ''Güzelim'i'' gördüm! Sarıldım, kokladım, ''seni seviyorum'' dedim... Ötesi var mı ? Yok!

4 Aralık 2008 Perşembe

Sivas 93!

Sivas'93 oyununa yine gittim, 2.kez, yine ağladım... Kötü oldum, insanlığımdan utandım... Genco Erkal ve ekibi, gerçekten çok başarılılar. Diri diri yakılan onlarca insanın acılarını tenimde hissettim, gözlerim buğulandı... Tüylerim ürperdi... Kanım çekildi... 3. derece yanıkla çıktık oyundan ''güzelim'' ile akşam saat 11'e 20 varken. ''İnsanlığı'' düşündüm, ve Nâzım'ın o okuduğu fevkalade ''Dünya'nın En Tuhaf Mahkulu'' şiirini... Genco Erkal'dan dinlemek de apayrı bir güzellik. Yüzümde çizgilerimin arttığını hissettim, ''güzelim'e'' sarıldım, ayrıdık, sonra da burnumu çeke çeke köşeye sıkışmış insanlığımı daha da kıstırarak ''ona'' bişeyler bırakmak için ''söz'' verdim yeniden... Şiirler, hikayeler, kitaplar, belgeseller... Elimden ne geliyorsa artık...
Neyse, Nâzım'ımın o güzel şiiriyle noktalıyorum yazımı o zaman...

Akrep gibisin kardeşim, korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim, serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim, midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil, beş değil, yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim, gocuklu celep kaldırınca sopasını sürüye katılıverirsin hemen ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin, — demeğe de dilim varmıyor ama — kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Hadi iyi vakitler...!

O değil de...

Onu bunu geçelim de, aklıma MT geldi...

Sen her akşam bindigin hiçbir yer minibüsleri yerine,
metalik lacivert koltukları deri arabaya binerken....
O değil de, arabayı kullanan çocuğu yanağından öpüp ''sevgilim'' derken....
Bunu hiç mi hesaba katmamıştım.... Ben seni içimde dünyanın 8.harikası yapmıştım...
Sen ise, hiç bilmeden bitirdiğin bu aşka, Tanrı'yı ve kalbimi şahit bıraktın....


Çok arabesk yaşıyorum şu son günler nedendir bilmiyorum. Ama geçmesini de istemiyorum... Böyle, hüzünlü, acılı, trajik, zavallı bir hayat... Ama olsun, eski Türk filmleri gibiyim yani.
Bir süre daha devam edilebilir bir duygu. O zaman başarılar bana...!