30 Ağustos 2011 Salı

tren.

mutsuzluk ve kötülük tren gibidir,
kendisini gösterir
ve gerisi gelir...

ama mutluluk ve aşk öyle mi?
onlar hep kaçan son otobüs gibi.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

kondisyon

güzel bir hayatın,
aşkın
samimiyetin peşinden koşarken,
kondisyon yaptık.

28 Ağustos 2011 Pazar

atmak içine

bazen anlamlı sözler ediyorum.
ama o sözleri yazmıyorum
yazınca anlamlı olmuyorlar...
bu;
yaşadığın şeyi anlattığında,
anlamsız, havada kalması gibi olayın.
içime atıyorum
içime sıçayim.

26 Ağustos 2011 Cuma

surat kokusu

Surat her zaman anlatır gerçeği. Hiçbir şey saklanamaz ondan. Nergis Abla'nın kocasının boğazını kestiler. 2 kız okuttu direksiyon sallayarak. Bir gecenin orta yerinde, evin ortasına bir acı oturdu. Bıyıkları vardı amcanın. Adını hatırlamıyorum. Ölüm acısı 20. yüzyılda Hikmet'in de dediği gibi kısa sürüyor herhalde. Koltuk altında gazetesiyle gezerdi. Sokak lambasının altına çekerdi arabasını. O zamanlar özenirdik ona mahallece. Çünkü bizler, mahalle aralarınad kaybolmuş onlarca Del Piero'yduk, Maldini'ydik. Pepsi kutusuna fotoğrafımızın basılmayacağını bilecek kadar gerçekçiydik. O yüzden ölümleri de kolay kabulleniyorduk, mahallenin hastalarını da, arka mahallede çıkan kavgaları da. Mahallede polis, kapıda ambulans vardı. Bütün mahallenin huzurunu bozar bu. Sirenlerle dolu bir çocukluktu bizimkisi. Belki de şanslıydık. Çünkü kötü günler, kötü günleri çeker... Bazı hayatların felaketleri bitmez. Kanayan mendiller görmedik. Bu yüzden suratımıza hafif çizikler atıldı. Dizlerimizi, suratımızı, kollarımızı saymıyorum. Pis birer sokak kedisiydik.
Yıllar sonra konuştum Nergis teyzeyle. Dokunsam ağlayacaktı sanki. O yüzden el sıkışmadık. Ara sıra ekmek almaya giderken görürüm onu. Yüzüne yapışan ifade yine yerindeydi. Cesur kadındı ama. Hâlâ daha öyle. Evini değiştirmedi. Anılarla yaşıyordur belki. Kızları evlendi gitti, o yaşamaya devam ediyor kutu gibi evde. Bugün evinin kapısından içeri baktım. Elleri titreye titreye çantasını arıyordu. Sanki bir koku vardı evde. Sanki yüzüne yapışan o ifadenin kokusu. Geçer mi, geçmez mi bilmiyorum...

Sadece ara sıra o aslında yaşamayan kadının yüzünü görüyorum.
Gözlerimi kapayıp düşününce, sanki o ifade bana da geçecek gibi oluyor.
Böyle zamanlarda, kirli ellerimi, yaralı bacaklarımı düşünüyorum.
Çocukluğumdan kalanları ayıklıyorum.

21 Ağustos 2011 Pazar

badanası beyaz duvarlar.

anlamsız yüzünü düşünüyorum..
yorgunluktan eğilip dizlerini tuttuğun zamanlar gözlerimin önünde...
sanki burnun yine boynumda, uzanıyoruz bu koltukta..
ortadan kırılmış bir dal gibi iki büklüm yattıyorsun yanımda
nefes bile almıyorum uyanma diye..
radyo cızırdıyor hafif, durup durup yeniden çalışıyor motorları beyaz eşyaların...
sessizliğin içinde kulaklarıma seslerinden yazıyorum yani...
badanası beyaz duvarlara yankısını haykırdığım siyah hayaller içinden
seslerini seçebiliyorum kahrolası sessizlik içinden...
ve diyorum; keşke burda olsaydın şimdi..

şehir ve güneş

"yabancısı olduğun şehrin güneşi, kollarını açıp, sıcacık karşılamaz seni..."

9 Ağustos 2011 Salı

iz

İçine siyah bulaşır insanın bazen. Sakat bir saate güvenir, çünkü başka saati yoktur. Sürekli çakmak isteyen adamlar gibi olur. Bu saat sorar.
Zaman kavramı yoktur. Sevdiğiyle de böyle olsun ister. Omurgasına parmaklarıyla evler kurmak ister zamansız adam. İçindeki siyah, en mutlu anda bile bırakmaz onu. En mutlu anın ortasında bile "Bir gün biterse" korkusu ya da "Bir gün bitecek" gerçeğiyle yaşar. O yüzden mutluluğu hep yarımdır. O yüzden ne zaman bir başkasını sevmeye başlasa, kalbini eksik götürür. Bir ilişkideki bütün amacı bir "iz" bırakmaktır. Bir aşkın bittiği andan itibaren birazcık da olsa konaklamak ister gittiği yerde. O yüzdendir ki, bol bol fotoğraf çektirir sevdiği kadınla. Diş fırçasını aynanın önüne koyar, giysi dolabına bir not yazar, bol bol hediye alır...

Zamansız adam içmeyi sever. Önü boş olan bir manzaraya geçer, denizi izler, geceyi izler, karanlığı izler... Sağ el genellikle şişe tuttuğu için daha soğuktur. Oysa o, sağ elin soğukluğunu sevdiği kadınla doldurmak ister. Tıpkı göç ederken yer değiştiren farklı kuşlar gibi.

Sonra da yazar.
Bir dram yazar,
bir kahramanlık,
aşk,
kaybetmek,
özlemek ve
ölmek üzerine.

2 Ağustos 2011 Salı

Belki de;

Düşünmemek için çıldırıyorum sanırım. Neyi düşünmemek istediğim konusunda da bir fikrim yok. Uzanıyorum sırtüstü. Tepemde güneş, tek ses dalgaların sesi...
Ne hayalini kurduğum bir araba var, ne de bir ev, mobilyalar, bir hayat arkadaşı.
Endişesizliğim ürkütücü. Sanki sonu yokmuş gibi, hep kendini tekrar ediyormuş gibi. Sanki hiç doğum günüm gelmeyecekmiş gibi mesela. Dolan 365 gün, sanki 366, 377, 378 gibi gidecekmiş gibi. Umursamaz olduğumu düşünmüyorum ama. Tuhaftır olan da bu.
Aptal aptal şeyleri düşünmekten, sıra önemlilere gelmeyecekmiş gibi. Sevmediğim bir kadınla evlenecekmişim, hayatımın içine sıçılacakmış gibi hissediyorum. Hiç düşünmediğim ilerideki evimde bok rengi berjeller olacak bu gidişle. Çekyata vurduğumda tozlar yükselecek. Ki aslında alerim vardır. Çok hapşuracakmışım gibi.
Belirsiz umutsuzluk. Belki de doğrusu.. Doğrusu nedir ki?