18 Ocak 2012 Çarşamba

kopan adam annesini beklerken.

Uyandı birden. Televizyonu hâlâ daha çalışıyordu. Gördüğü rüyaları düşündü tek tek. Üç günlük bir uykuydu bu. Halıya uzanmıştı, üzerinde sadece gömleği vardı. Camdan sızan güneş, evin ne kadar pis olduğunu gösteriyor, tozlar o sızıntı içinde dans ediyordu. Boynu tutulmuştu. Üşüdüğü için sürekli kendisini büzdüğünden, esnerken çok zorlandı. Hafif doğruldu ve kanepenin önüne koyduğu tahta sehpayla adeta göz göze geldi. Ekmek küflü, fincan yarım, peynirin üstünde sinekler birbirini kovalıyordu. Ayağa kalkar kalkmaz kendini kanepeye bıraktı. Sanki yılların yükü omzundaydı. O yükün altında sanki birden ezildi. Başı öne düştü ve ağlamaya başladı. Televizyon sehpasına yetişip vazonun altındaki danteli alana kadar çoktan ağlamaya başlamıştı bile. Mendil arayacak hali yoktu. Bütünü kenara kıvrılmış halıyı düzeltmeden çıplak ayaklarıyla kanepeye geri döndü. Ağlamaya devam etti. Doğru dürüst yürüyemiyordu. Sonra kanepenin cam kenarı kısmına geçti, dışarıyı izlemeye başladı. Bir kurşun kalem kadar yalnız uzanan yolun sonunda kendisini küçücük gösteren denizi gördü. Dirseği kanepenin kolunda, avcunun içi çenesindeydi. Üç ay hiç kıpırdamadan durdu. Aralık tülden dışarıdaki insanları izledi. Mutlular, mutsuzlar, sevgililer gördü. Herkes için bir şeyler hissetti. Zaten yapacak başka bir işi yoktu. Üç ay sonunda, ayak bilekleri erimeye başlamıştı çoktan. Bir keresinde pencere demirlerinin arasına atlayan kediyi görünce irkildi ve o sırada iki ayak bileği birden koptu. Acı hissetmiyordu. Sadece, eğildi ve gözlerinin ucuyla baktı ayaklarına. Gözleri doldu. Bacaklarını salladı sonra. Birazcık gülümsedi. Tekrardan cama döndü. Kollarının yardımıyla kendisini fincana kadar götürebildi. Üzerinden üç ay geçmesi onun için önemli değildi. Bir yudum aldı, pencereye geri döndü. Yağmurlar, karlar... Mevsimler gözlerinin önünde kendisini gerçekleştiriyordu. Şanslı hissetti. Yine gülümsedi. Kanepenin koluna başını koyup, yağan karı aşağıdan izlemek istedi. Bütün kar taneleri sanki gözlerinin içine giriyordu. Kar bitti, su olup eridi ve eski posizyonunu almak için hareket ettiği an önce sol, sonra sağ dizi koptu. Bir üzümün salkımından ayrılması, bir elmanın dalından koparılması gibi. İdare etmeliydi, başka şansı yoktu. Ayaklarını ve dizlerini aldı, sanki biriktiriyormuş gibi bir kenara istifledi. Oturdu ama hemen karşısındaki komidinde küçük bir bibloya dayanmış bir aile fotoğrafı dikkatini çekti. Dokuz saat uğraştı, sonunda o fotoğrafa ulaştı ve yerine dönebildi. Çardakta çekilmiş bir aile fotoğrafıydı bu. Tahtadan, uzun bir bankta ailesiyle oturuyordu. Annesinin tarafındaydı ama babası daha çok gülüyordu sanki. Annesinin kendisini sevmediğini düşünmeye başladı ve ağlamaya başladı. Bu ağlamak altı ay sürdü. Hayatta en değer verdiği kişi olan annesi, onu sevmiyor muydu? Üzüntüden baldırları da ayrıldı ve sadece gövdesi kaldı. Boyu kısaldığı için eskisi gibi dışarıyı göremiyordu. Olan bitene pek hakim değildi artık. Sadece mevsimler ve onların kendilerine özgü gürültüleri kalmıştı geriye. Aylar sonra kış kendisini fena halde hissettirmeye başlamıştı. Daha önce olmadığı kadar soğuk hissetti. Hasta olacağını düşündü ve çorap giymesi gerektiğini düşündü. Hareket eder etmez çorap giyebileceği bir ayağı olmadığını hatırladı ve acı bir kahkaha attı. Yüzünü mindere dayadı ve bu kahkaha üç ay sürdü. Bunu çok özlemişti. Gülerken soğuk havayı pek hissetmemişti. Bu sırada burnunun donarak düştüğünü farketmedi. Burnunun, kanepenin hemen dibinde olduğunu gördü. Almak için eğilmedi. Burun orada öylece dururken, kafasının da yavaş yavaş koptuğunu hissetti. Kolları güçlüyken bir karar vermeliydi. Ya kafası kendi kopup odanın diğer ucuna yuvarlanacak ya da kendisi koparıp pencerenin önündeki mermere bırakabilecekti. Öyle yaptı. Elleri kafasını mermere koydu ancak manzarası biraz değişmişti. Biraz daha çapraza bakıyordu artık. Küçük bir evin yarısını ve yanında uzanan çalılığı görüyordu. Bir yıl da böyle geçti. Kollar da gövdeden ayrılmış, artık iyice paramparça olmuştu. Bir süre sonra, bir kadının fakir bir bavulla eve doğru yaklaştığını gördü. Annesi olduğunu hemen anladı. Hayatında hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Ağlamaya başladı. Çok heyecanlandı. Hemen kapıyı açması gerekiyordu. Kafasını geriye doğru attı ve başıyla gövdesini birleştirdi. Hiçbir şey yapmamak, her şeyden, herkesten uzak olmak işine geliyordu ama annesi söz konusuydu. Gövdesiyle birleşti. İnanılmaz bir şeydi. Organları kek kapları gibi iç içe geçiyordu. Sadece zil çalmıyordu artık. Annesş kapıya da vuruyordu bir yandan. O da acele ediyordu. Yıllardır görmemişti, dokunmamıştı annesine... Yuvarlanarak koluna ulaştı. Sonrası kolaydı. Diğer kolunu da taktı ve sürünerek bacaklarına gitti. Anne de bağırıyordu. Çocuk annesinin beklemesi için dua etmeye başladı. Bacaklarının parçalarını da birleştirdi ve kapıya koştu. Kimse yoktu dışarda. Anne gitmişti.
Silkinerek uyandı. Geceden kalma kıyafetleri, çıplak ayaklarıyla ve hemen kapıya koştu. Kimse yoktu. Bir kurşun kalem kadar yalnız uzanan yola baktı. Rüyasında gördüğü fakir bavullu kadını biraz daha beklemeye karar verdi. Kapıyı kapatmadan birkaç sene daha.

16 Ocak 2012 Pazartesi

iç terazi.

İnsanın içinde sabitleyemediği teraziler vardır. Genellikle zaaflarımızın ağır basar bu terazilerde. Sevdiklerimiz, doğrularımız, hep o terazilerde durur. "Kemiksiz" doğruyu edinmeye çalışırız aslında ama genellikle yanıltır teraziler. Çünkü hilelidirler...
Görmek istediğimiz gibi görürüz, hissetmek istediğimiz gibi hissederiz. Bu yüzden, "Öyle demek istememişti aslında" gibi, "Yanlış anladım" gibi saçma şeylerle avunur, sahte bir erinç arar ve bulursak ona sığınırız. Aynı zamanda naif insanlarızdır. Minibüs şöförüne sesimizi bir seferde duyuramadıysak eğer, ikinci kez seslenmeyiz. Bir kez daha duruncaya kadar devam ederiz. Böylelikle, fazladan çok yürümüşlüğümüz vardır. Peki ya sizce, bu kadar fazladan yürümüş insanın pişmanlığı var mıdır?