31 Ocak 2009 Cumartesi

Ağız Dolusu Kan Kusabilmilmeyi İstemek

Kızıl dumanlı, sarkık kollu gecelerden birisiydi. Taksim dönüşü gayet yorgun ve uykusuzluğunu sırtına almış bir adamdım. İstiklal'in başlarına yaklaştığımda yaşamaktan çok sıkıldığımı farkettim.
Sonra hapşurdum... Günlerdir çektiğim, sabahları pijamamın koluna sildiğim burnum, hapşuruğumu tutmak için zorlandığımda resmen basınç komasına girdi. İşte o an, yirmi senedir atması için herşeyi yaptığım kalbimden vazgeçtim ben... Bir an için gözlerimi kapadım, gördüklerim çok güzeldi gerçekten... Bir duvara yaslanmışım, burnumdan ve ağzımdan kanlar boşalıyor. Ambulanslarda Sezen Aksu çalıyor, hiç siren duymuyorum. O an yalvarıyorum Allah'a hayatımda gördüğüm güzel anları gözümün önüne getirsin diye, yapmıyor. Belki de kendisine kızgın olduğum için. Suratımı asıyorum, yağmur başlıyor...
Belkide o bi kaç damla kendime gelebilmem için yapılmıştı özel olarak...
Etrafıma bakınırken ''özel'' sıfatını barındırabilecek birşeyler görmek istedim. Bir fahişenin yanına gittim. Hiç çekinmedim bu sefer. Çünkü ne olduğunu saklayan insanlardan daha ''onurlu'' geldiler gözüme...
''Kan'' düşündüm, sordum kendisine; ''Nasılsın bugün ?'' yüzüne baktım, gözlerinde ve bembeyaz teninde polis arabalarının sirenlerini gördüm. O ritme uygun şekilde baktı gözlerime, ''Hayat işte...'' dedi. Bir sigara uzattı, aldım, o yaktı; bir nefes çekip kızaran ucuna baktım. Küllerine de o.
Bitirdik sigaralarımızı, tahta binadan içeriye girdik. Tahta, geniş ama fazlasıyla kıvrımlı eskimiş vernikli merdivenlerden hayattan öcümüzü alır gibi sert sert basarak çıkıp bir odaya geçtik.
Yatağa oturdum ve sırt çantamdan bir şişe şarap çıkarttım. Yarımdan biraz fazla vardı, ilk o davrandı ben ağzıma götüremeden. ''Nasılsın..?'' dedim sanki ilk gibi. ''Herkesinki gibi bir hayat işte..'' dedi.
O sıra kalkmış ve pencereye yürüyordum. Herkes fahişeydi gözümde. Arkamdaki kadın sevgilim. Gece lambası yandıktan sonra bir de kibrit sesi duydum çekmecenin kapanma sesi arkasından. Yaktı, baktı, kokladı, konuştu... ''Uyursun, en güzel yerinde uykunun kapı çalınır, bilirsin değil mi ? Ben öyleyim anam işte !'' dedi. Nefes... Nefes... Nefes... ''Son treni kaçırdım ben çoktan'' dedi. ''Nedir ki son tren ?'' dedim. ''Cennet'' dedi.
Cennetin varlığına inanıp inanmadığımı sorgulayıp, cennetin ve cehennemin bu hayatta yaşandığını içimde teyit ettikten sonra döndüm hayatıma tekrardan...
Camın önündeyim, arkamdan sardığı elleriyle yeşil gömleğimin düğmelerini açmaya başladı. Elini tuttum, sustuk... Saçlarımı kokladı. Harikaydı. Yoktu o güne kadar böyle bişey...
Sezen'i düşündüm. Hayatımın kadını ! ''.. Ben senin gözlerinin, yalan dolan bakışlarını bile sevdim... Ben sana bir annenin, evladına duyduğu hisleri besledim... Ben senin bal gözlerinde dört kısa günde bilsen neler neler gördüm...'' İçimden şarkılar gidenin gelenin boş durmadığı sabaha karşı doğal olarak grileşen otogarlar gibiydi. Gözlerimiz hep uykulu, hisler uykusuzluktan sızmış, kanlar dolusu kusarak ölmek istiyorum... O gece bişey olmadı... Sarıldık uyuduk. Sabah parasını gece lambasının anahtarının altına koydum, giyindim, çıkarken duydu sesimi... ''Bana bir şey daha öğretebilir misin?'' dedim.
Perdeden gelen ışık parçalarının eklemleri yüzünde dağılıyordu. Hüzün katıyordu. ''Gerçek fahişelerden asla korkma, olur mu ?'' dedi. Kapıyı arkamdan kapattığı andan itibaren Sezen Aksu hariç, milyonlarca fahişenin arasına bıraktı beni. Yürüdüm. Üşüdüm.

28 Ocak 2009 Çarşamba

Düşüncesiz .

'' Ayakkabılarını kapımda görmek istiyorum, çünkü bu 'seni seviyorum'un' içine nal salmaktır... '' demiş Ah Muhsin Ünlü... Ben, yaklaştıkça üzüldüm, bunu anladım.
O kadar karışık ki herşey, tarifine çıkmaz yollar döşedim. Sessiz ve ıssız melodiler içinde ruhumu teslim ettim kusursuz bir sakinlikle... Ve kim olursa olsun kendimden bir parça yaptığımı farkettim sevdiğim insanları. İzler aldım üzerime... Saçlarıma, tişörtüme, tenime, dudaklarıma, kollarıma, benliğime... Şunu da farkettim (bilmiyorum geç midir ?) insanlar için fazla önemsizim.
Paylaşımların, ortak duyumsamaların bir önemi yok. Hassasşyetlerimiz çok farklı noktalarda...
İçimden trenler geçiyor bugün, ben ezildiğimi hissediyorum yükünden.

Sırtımı çitlere verdim, yerim tam sınırın. '' Savaşalım '' demek istiyorum, içimden gelmiyor ki güzelim..

25 Ocak 2009 Pazar

Bu Bile Böyleymiş (.)

İnsanlar için istediğim iyi şeyler var. Eşitlik, adalet, özgürlük vb...
Ekonomik sistemlere ve sonuçlarına bakıyorum; facia. Hükümetlerin görevi makası yönetmek olmalıdır. Zengin bir ucu, fakir bi ucu olmalıdır. Gayret meselesi ise o makası açmamaktır sonuna kadar. Sıkı olacak ki, herkesi memnun edebilesin.

Baktım böbürlenen hükümete ''iyiyiz, dik duruyoruz, onu yapıyoruz, bunu getiriyoruz, çalıyoruz çırpıyoruz...''

Bugün iki komşum aşure getirdi, iki tabakanın insanı... Aradaki fark siyah ile beyaz arasındaki fark kadar belirgin emin olun... Yönetimde olduğu süre içinde vatana ve vatandaşa yararı dokunmuş mu ? Yok demekki, kendi zenginlerini yaratmış. Bakın sokağa, dün donu olmayan Gucci pantolon giyip üzerine türban takmıyor mu ?
Kafanızı çevirin istediğiniz yola bakın, 4x4 arabalrarı kullanan badem bıyık ve sıkma başlar artmış mı artmamış mı.. ?
Bakıyosun memlekete bunlardan geriye, sıkacak ümük bile kalmamış.

Eeee, ben burdan bu sonucu çıkarabiliyorsam, %47 nerede ?

Seviyeniz deniz seviyesinin altına inmesin.

22 Ocak 2009 Perşembe

**Bir Genç Kızın Defterinden...

** Kopan şey yapışır mı bedene hiç ? Plastik miyim ben ?


Günler sonra, izlediğim tüm filmleri, dinlediğim şarkıları, insanların suratlarını attım gitti... Sildim hepsini.
Arada lafı geçer, ''Gökmen öyledir, Gökmen böyledir, bunları yazar, başarılıdır...'' vs. buna benzer yüzlerce söz duymaya alıştım. İnsanların burdan attıkları tebrik maillerine, okuyanların dışarda veya internet üzerinden verdiği tepkilere hafif göğsüm kabarırdı. Hiç bir zaman böbürlenmediğimi de bilen bilir. İnsanların beni değerlendirirken girdiğim ruh hali genelde 'utanma duygusu' olur. Dün gece ise aksi bişey oldu. Yani aslında aksi demek ne derece doğru kestiremiyorum. Beklemediğim bir anda çakan şimşek gibiydi. En son böyle bir ana İstanbul'un son büyük yağmurunda bir ara sokakta koşarken başmı kaldırdığım anda denk geldiğimde yaşadım. İstanbulu 20 yıllık bir İstanbullu olarak hiç bu kadar aydınlık görmemiştim.
Bu sözü yazan da, hakikaten köklerimden bağlı olduğum birisi. Köklerin kendisiydi çoğu zaman. Bir yağmurda yitirdik kökleri. Tüm kökleri. İçim temizlendi, o da başka toprakların arasına saldı damarlarını... Dün bir yazısı geçti elime. ''Senin kadar olmasa da, ben de karaladım bişeyler... Okumanı isterim'' dedi. Aldım, okudum, öldüm.

Tam o adını ettiğim söze gelince ölmekten beter oldum. Tüm şarkıların, filmlerin, tebrik maillerinin altında resmen ezildim...
Bir dünyadan aldı beni, bir dünyaya attı beni. Atmadı da, usulca çekti bir köşeye bıraktı demek daha doğru olur.
Zaten önce de yaşamıştık böyle bişey. ''Nasıl tırnaklarını geçirmişim senin yüreğine... Bir benim bir senin davranışlarına bak... Sus. Karşılık istemiyorum..''

Neyse işte, hakikaten soruyorum.

Kopan şey yapışır mı bedene hiç ? Plastik miyim ben ?

20 Ocak 2009 Salı

MERTCAN, CANDIR!

Kışın başları denilebilecek zamanlardı. Kışın geç geldiği yer sadece İstanbul'du... İçimde fırtınalı bir ormandaydım ben... Çam ormanı arka tarafında evimin, önünde deniz, yol sonu uçurum, genel rengi kahverengi...
Denizine girilmeyen bir ada işte. Dört yandan da rüzgar geldiğini unutmayalım. Günlerce, belki de aylarca üşümeden uyumamıştım. Ve adamda bir de mezarlık vardı. Önünden geçerdim, kapısına hiç dokunmazdım. Ölüler beni hep üzerdi, yine üzdüğü bir gündü benim 'ölme' kararı aldığım gün. Mezarlıktayım, topallıyorum, ölülerden korkuyorum, rüzgarlar çıplak kollarımı tam anlamıyla yakıyor alev alev...
Yüzümden haberim yok... Bütün gece kendi mezarımı kazdım. Ertesi güne bir hazırlıktı bu. Bir gün atladı takvimler, döndüm; kazdığım yer yok. Kapanmış. Etrafıma baktım, topallığıma acıdım ve boşuna yürüdüğüm için kendime kızdım. Yürümek bacaklarımı acıtırdı. O gün, koluma birisi girdi çıkarken mezarlıktan. ''Ben kapattım mezarını, çünkü yapacağımız çok çok güzel şeylre var seninle'' dedi. Korktum ve konuşamadım açıkçası. Evime geldik, anahtarın sol cebimde olduğundan haberi vardı. Aldı, kapıyı açtı ve önce geçmem için elini kibarca uzattı. Girdim. Peşimden geldi. ''Adın ne ?'' diyebildiğimi hatırlıyorum. Onun da Mertcan dediğini çok iyi hatırlıyorum. Oturdu, konuştuk, anlattı ve anlattım. Aylar sonra güneşin gözünü alması demek, inanılmaz birşey demek insan için... Bunu da öğrenmiş oldum sayesinde. ''Kardeşim'' dediğimde aklıma gelen 'O'.
Kardeşlikten konu açıldığında aklıma gelen 'O'. Hüzünlü şarkıların hafif hareketli ama öldürücü anlamlar ifade eden nakaratları gibi. Her duyduğumda seviniyorum.
Ölecek bir adamı hayata sıkı sıkıya hayata bağlayacak kadar içten. Üsteklik bazı noktalarda da benim onu bağladığımı bilmek de öyle. Ayrıca, artık topal da değilim. Ne zamandır bacağımın ağrısını duyumsamıyorum. Her devrilmeye yeltendiğinde bedenim yanımda O var. Kardeşim var. Uzun süredir büyülü kelimenin büyüsü içinde yalnızlıksız yaşıyorum yani.
Ve Allaha, Onu tanımama sebep olan insanalara, olaylara, durumlara yüzlerce kez teşekkür ederek saygı ile eğiliyorum.
İyi ki varsın KARDEŞİM...

Kazaklar ve Kokuları

Buradan habersiz gidişinin ardından seyreden günlerdi. İstanbul'u sormayın hiç, o günden sonra toparlayamadı hiç... İstiklal'den bile nefret ettim. Şu an üşümem bile buna bağlı bir nedenmiş, anladım. Gittiği yerde bir telefon kulubesine girmiş, (sanırım orda da yağmur vardı sesinden anladım) parmaklarını hızlı kullanarak çevirmiş numaramı; koşarak girmiş kulubeye... Sesinden anladım. Kesik kesik konuştu. Çoğunlukla mantıklı ve güzel şeylerden bahsetti.
Bir saniye, sadece bir saniye içinde titreyen sesinin tamamen kırılarak hıçkırıklara dönüştüğünü duydum. Kızgınlığımı bastırdım. Şehrime gelip de beni görmediği o birkaç günün acısını taşıyarak ve her daim taze tutmaya çalışarak kızdım. Ayıracak bir on dakikası olmamasına da.
''Sen kokan eşyalarım yok artık biliyor musun? Sen kokan bir tişörtü pijama bile yapamadım kendime..'' dedi.
Boğazımda düğümlendi herşey. Kokum ayrıldı benden, evimde, camımın önünde...
Hem uzak, hem kış... Buradan soğuktur gittiği yerler, bilirim.
Döndüm, iki kazağı vardı yatağımın üzerinde... ''üşür mü..?'' dedim.

E biraz üzüldüm tabi...

16 Ocak 2009 Cuma

Vasiyetimin Altı Çizili Sözcükleri

Bugün son günümmüş benim. Ne garip olurdu ama. Sabahına umutlar ve yapacağına dair kendine söz verdiğin şeyler ile uyanıyorsun, hiçbişey yapmamadan yattığın anda son günün olduğunu fısıldıyorlar kulağınıza.
Ne kadar üzülürdüm ama herşey için... Çünkü ben ölümü hep yaş ile orantılayarak düşündüm, kalbimi kıble yaptım dinsel simgeler taşıyan hiçbir yere gitmedim. İnsanlarla henüz ciddi manada konuşmadım. Ölümden mesela; insanın ölüş biçiminden ve gömülüş biçiminden... Yakılmak istediğimi gereken kimseye söyleyemedim mesela. Kimseye kül olmak istediğimi söylemedim.
''Anlamsız'' gelse de istediğim şeyleri yapamadım. Anlam aramadığıma da üzülebilirim aslında... Gayet geçerli bir sebep öldüğüme üzülmek için toprağın yedi kat altında... Belki mızrağının ucunu dayamışken zebani şakaklarıma, hayal ettiğim cehennemin farklı oluşuna üzülerek dinlerim şakağımın acısını.
Yan duvarda cennet vardır, çayırlarında topladıkları papatyaların kokularını duyarım belki... Ne kadar vazgeçirici aslında ölümü düşünmek ölümden.
Ölürsem, sana da söyleyememiş olursam tüm diyeceklerimi, cennetin kapısına geldiğimde bir görüş günü veririm son mektubunu.
Şimdi son kez öp, kaybol gözden...

8 Ocak 2009 Perşembe

Ölü Doğan Aşk... Başlarken...

Soğuk İstanbul günleri vardı yine. 2 gün önceydi sanırım, okulun en başından beri beğendiğim kızın peşinden gittim yine her zamanki gibi.
Çoğu zaman yaklaştım, bazen çarpıştık istemeyerek, bazen yanlışlıkla baktık birbirimize... İkimizin de omuzlarının arkasındaydı aradıkları, biz de başımızı çevirip baktık omuzlarımızın arkasından.
Gelenlere baktık arkadan yani.. Neyse, haftalardır sessizce sokulup yanına nefesimi kontrol edemeyip geri dönüyordum, kulaklarım tıkanıyordu, sesim çatallaşıyordu, yazdığım gibi konuşamıyordum. İçimden en güzel kelimeleri çekiyordu bir tılsım, yan yana getirip adam akıllı ve anlaşılır cümleler kuramıyordum. Yine böyle bir gündü, İstanbul'un soğuk akşamlarından birtanesi, boynumu yine sokturmuştu ceketimin içine biraz daha.
Dik omuzlarımla ve kısık gözlerimle ilerliyordum kaldırımda. Bir an ürperdim ve döndüm sol kaldırıma baktım, aynı benim gibi yürüyordu. Soğuk hızlandırmıştı bizi yine. Farklı kaldırımlarda karşılıklı olarak aynı hizaya geldik, daha sonra da ben ilerledim birazcık. Bir saçağın altına geldiği zaman da karşısına geçtim, ilahi bir güce sırtımı dayayarak sordum ona; ''Nasılsın ?'' İrkildi önce, sesi titredi ve ''iyiyim..'' dedi sadece.
''İstersen'' dedim, ''bi yere oturalım konuşalım..'' konusunu falan sorgulamadı, atkısını düzeltti, boyundan içeri doğru indirdi sıkıştırdı biraz daha, kabul eder gibi ilerledi kaldırımda.
İçeriğini bilmediğim duaların sadece isimlerini tekrar ettim içimden girip sıcak bir yere oturana kadar. ''Seni seven bir çocuk var yakınlarında, yakışıklı, uzun boylu, kumral, yeşil gözlü. Edebiyatı seviyor, konuşmayı sevmiyor. Papatya fallarına hayatını adamış, sürekli ''seviyor'dan'' başlamış, ''sevmiyor'da'' bitirmiş, suratlara ve duvarlara hikayeler yazan, çizgisiz kağıtlara çizgiler çizen, sonra teker teker silen bir çocuk bu çocuk.'' dedim. Hem de bir nefeste dedim, ezberlediğim gibi dedim aynen. Ben konuşurken dudaklarından okuyabildiğim kadarıyla gülüyordu, gözlerinden anlayamadım, çünkü hiç bakmamadım gözlerine.
Fakir bir adamdım hayatım boyunca, gözlerinde servetler taşıyordu, imreniyordum baktıkça. ''Gözüm kalmasın kimsenin bişeyinde'' dedim, indirdim yüzümü yere.
Görevini yapmış adamların mutluluğu ile devam ettim herşeye. Ellerimi koyacak yer buldum, nefesimi zorlamayacak anlar yarattım, bir çay daha bile söyleyebildim. O konuştu sonra, dinledim sessiz sakin.
Sonra, eski zamanlarını anlattı, insanlar için yaptığı fedakarlıkları falan. Benim yaptıklarıma o kadar benzer ki yaptıkları, uykusuzlukları, sabah akşam gözyaşları falan filan... Ben bilirim ki, yaralı insandan korkmalı her zaman. O an bile kapatmaya çalışıyodum kanayan yerlerimi. Kendi kendimin karşısına çıkmıştım bilmeden. Kendi intiharımı engellediğim günlerden sonra...
''Eeee, kimmiş bu çocuk ?'' dedi. Gözlerine baktım, yüzümü boyadı kusursuzluğu...
''O çocuk mu ?'' dedim. ''Az önce kaybettik...''

7 Ocak 2009 Çarşamba

Eh'ler Meh'ler, Falanlar Filanlar

Hayatım değişti mi ? Kendime yakın zamanda en çok sorduğum sorulardan oldu. Gidenleri, gelenleri, kaçanları, kovalananları, duygular yoğunluğu... Beynimin içinde sürekli bir karı dırdırı var anlayacağınız. Yazmadığımdan beri bakıyorum da, iyi miyim kötü müyüm bir ayrımı yok... Sürekli gelenlerin ve gidenlerin olduğu, kantarımın boş kalmadığı bir hayat yaşıyorum işte. Eski günleri özleyip özlemediğimi sorguluyorum, özlediysem ne kadar özlediğimi, özlemediysem neden özlemediğimi düşünüyorum. Arap saçı gibiyim yani kısacası. İyi giden de aslında bir çok şey var, en büyük hayalim, rüyam gerçek oldu sonuçta. İnanılmaz tesadüfler zinciri ve şansım da yardım etti. Zamanı dondurdum, dünyayı yavaşlattım, ışıkları kapattım ve gömdüm başımı rahatça, en güzel uyku ile başımı yastığa. Ertesi günün sabahı ise, arkadaşlarımla güzel bir kahvaltı, süper bir öğlen, akşamı ayrıldık. Yılbaşı gününün ertesi idi bu anlattıklarım, daha sonra da onlar bana geldiler. Neyse, detaylıca yazmak istiyorum bunların hepsini daha sonra. Mutlulukla karışık soru işaretlerimin üzerini örterek, kestiğim hayat le ilişkime geri dönüyorum.
Nefes almak çok güzel, bunun kıymetini bilin demek çok içimden geldi...

2 Ocak 2009 Cuma

Şiir Meselem

Ocak ayı olduğuna eminim... Sene de 1995. Gri pantolonum, mavi önlüğüm, kirli yakalığım vardı, kenarları siyahlamıştı birazcık... Yeni bir kösele ayakkabı almıştım hatta.
Ananemin yemek masasına oturdum mutfakta, aldım kalemi, başladım şiir yazmaya... İlk oldu, ilkler hep güzel olur zaten. O günden bu güne sürekli yazdım... Yazdım... Yazdım... Ve dün gece karar verdim...
Siyah boğazlı kazağım, gri paltom, gri şalım, küçük şemsiyem ile yürürken Arnavut kaldırımlı, bol çınar ağaçlı yolda karar verdim. Yani, 31 Aralık 2008 günü, saat 23:00 sularında şiir yazmayı bıraktım. Bir ceketi çıkarır gibi.
Şartlar olgunlaşana kadar yokum yani..