2 Temmuz 2008 Çarşamba

'Piçliğim Cereyanda Kaldı'

Tamamen sessizliği düşünün... soyut olsun, sakin olsun... yapraklar bile sessiz düşsün yere, havuzların üzerinde sessiz yüzsün.
Sonra depremi düşünün.. masanızın üzerindeki lamba sallandı ve düşmek üzere, ahizenizin kablosu görünüyor ve direniyor düşmemeye, ağaç söküldü yerinden bir arabanın üzerine doğru geliyor.
Ve sonrasındaki karanlığı hayal edin....
O depremi beynimin içini yaşadığı vakit, İstanbula gardan inip amcamın elini tuttuğum zamandı.. Tam o zaman... İyi anımsıyorum ki; konuşmaya bile korkuyordum, bir körün bastonuna sıkı sıkı sarıldığı gibi,
amcamın ellerini tutuyordum.... Kötüydü... Ama yaşadım.
Sanki bambaşka bir dünyanın içinde, son otobüsü kaçıralı çok olmuş gibi, amcam etrafa bakıyor, elindeki kağıdı cebine sokuyor, okuyor, geri koyuyor, telaşını anlıyorum.
Aksaray'da bir otele girdik, daracık merdivenli, kendi kendine konuşan bir adamın olduğu, bir çocuğun kitap okurken dikkatini dağıtmamız sonucu ters ters baktığını, minicik bir etek ile önümden geçerken yanağımı sıkan fahişenin ellerini... Evet hepsini kısacası... hepsini ayrımsıyorum tekrardan. amcam bavulun üzerine oturup, tahta kapının önünde beklememi, kimseye birşey söylemememi, kimseden birşey almamamı tembih etti, sonra da otelci ihtiyarla konuşmaya başladı, bir yandan da elinde bez ile camekanı silen başı kapalı bir kadın var, amcama engel oluyordu konuşurken, adam başıyla işaret etti ve kadın koltuğun kollarından birine oturup başörtüsünü çıkartıp alnını sildi. Yaklaşık üç, dört dakika sonra amcam elinde bir anahtar ile geldi, önden ben, arkada amcam, iki kat çıkıp beyaz tahta kapılı bir odanın önünde durdu, anahtarlıkta yazan numara ile kapıdaki numarayı doğruladı ve kapıyı açtı. içeride çarşafı fazlasıyla sararmış bir yatak, küçücük bir çekmecesi olan komodin, üzerinde bir gece lambası, hemen bitişiğinde bir priz, onun da yanında odanın ışıklarını açıp kapamaya yarayan kahverengi bir elektirik anahtarı, tavaba doğru koyuluğu artan sarı bir renk, o an kendimle çağrıştırdığım titreyen bir florasan ışığı...
Burada uyuyacağız dedi amcam, bavulu kapıdan geçmesi için ayağıyla itekledi. Memlekette bu kadar yorulmazdım ben, sağa sola koşardım, arkadaşlarımla güreşirdim, babamla çalışırdım... Ama ayrı bir gürültüsü vardı İstanbulun. Yarım saat kadar sonra, kendince gücünü toplayan amcam elimden tutup beni aşağı indirdi. Kötü bir yemek yediğimi anımsıyorum, taze fasülye vardı, bir de şehriye çorbası.
Bakır bir sürahiden sarıya çalan rengiyle bir bardak su içtim. İşte o an Memleketimi özlediğimi anladım. Suyunun bile rengi kötüydü, havası bile kötü, ağaçları bile.. burda güzel çiçek bile yok...
Amcamın kolunun altındada sabahı karşıladım, kahvaltımızı yaptık ve çıktık. Önce otelciye bir adrs sordu amcam, sonra hızla gittik seslerin arasından. Öğlene doğru bir pastaneye girdik ve amcam birisini sordu. Sonra bana yine oturup beklememi söyledi. Çaresiz dinledim. Bir bardak limonata getirdi yaşıtım olabileceğini düşündüğüm çocuk. Camdan baktığımda ise her seferinde insanlardaki telaşı yadırgadım,
herkeste bir telaş, herkeste bir acele.... Oysa 'yaşamak için acele etme demişti babam' daha ölmeden dört veya beş gün önce, 'yıldız hoşuna gittiyse eğer, uzan ve o kaybolana kadar izle'
Tam dalmştım ki amcam kapıda belirdi. Gülüyor ve bir adamla el sıkışıyordu, bende güldüm... çünkü yolda veya otelde amcamı gülerken görmemiştim.
Çıkınca anlattığına göre konuştuğu o adam, oranın sahibi ve bizim memleketimizde annesinin komşumuz olduğu adamdı, o buraya sonradan yerleşmiş, babasından kalan araziyi satıp büyük şehirde yatırım olarak kullanmış ve bir pastane açmış, zamanla işlerini genişletmiş ve kapatan balıkçının da yerini alarak işletmesini büyütmüş, hallice bir adammış. Amcamı da işe almış o gün, çok sevinçliydi ve birer külah dondurma alarak otele döndük.....
Dört beş gün böyle geçti. Otelin birinci katında televizyon izliyor, arada bir kapıdan başımı çıkartıp nefes alıyordum o kadar, çünkü amcam öyle tembih etmişti otelci amcaya, sürekli bana memleketimi anlatmamı istiyordu çünkü oda çok özlemesine rağmen bir türlü fırsatını bulup gidemiyormuş.
Ben ona ekinleri, küçük su birikintilerini, yıldızları bile... kısacası herşeyi anlatıyordum, bir de babamı.... Üzülüyordu bana ama beni üzgün görememesini sanırım sorduğunu unuttuğu için sürekli yineliyerek soruyordu, ben her seferinde geçiştiriyordum.. Çünkü babam bana 'ölenin arkasından üzülme canım oğlum, kendine ömür iste, çünkü biri gitmişse bir daha gelmez, ağlamak da seni üzer' demişti.
Neyseki alıştıktan sonraki ilk üç günü ardından günler hızlandı ve en güzel anlar ise amcamın iş dönüşü getirdiği kurabiye ve pastalardan yeme zamanı oldu. Paylaşıyordum bir de....
Bir ay kadar sonrası amcam erken gelerek beni odaya çıkardı, yatağa oturttu ve şunları söyledi;
'Artık işimiz daha da zor evlat, para kazanıyorum, günlük kazanıyorum, sabit bir gelirimiz var ama bu bizi taşıyacak kadar yeterli değil, iki kişiyiz, otelde kalıyoruz, her gün de iki dolmuşa binip işe gidiyorum...
Bizim daha fazla para kazanmamız gerek, o yüzden Erol amcan ile konuştum, sana bir araba yaptırıyor, sen de simit satacaksın o arabada, akşamları da uyumaya beraber döneceğiz, hem biraz daha zaman geçsin pastanede yatıp kalkabileceğiz, çnkü evlenmek için memleketine gidecek olan bir çalışan var, onun imalathanedeki yeri boşalyor oraya biz geçicez.'
Haksız bulmadım, yadırgamadım da babası öldükten sonra ailesinin dışladığı bir çok çocuk vardı bana örnek olabilecek, hepsi gözlerimin önünden geçti tek tek... ikimiz bir kuştuk amcamla, gövde bendim, kanatlar ise o ve kuşun görevi uçmaktı. Ben ona, o bana muhtaçtı. Elimi uzatıp;
'anlaştık' dedim.
O gece televizyon izlemeye indiğimde cam bir fanus tutan bir çocuk gördüm, içinde balık vardı iki tane, ilk defa gördüğümden olsa şaşkınlığım, yaklaştım sordum, isimleri bile varmış onların, 'en azından sende bunlara sahip olabilmek için sende çalışmalısın' dedim. Bu İstanbulda önüme koyduğum ilk hedefti, başarmamak için de herhangi bir engel mevcut değildi.
İskelenin soğuk akşam üstlerini saymazsak eğer, gerçekten güzel bir yer burası, telaşlı ve aceleci insanlar dolu yine, vapurlara, otobüslere koşuyorlar, kuşlara simit atıyorlar vapurlardan, bunun için bile simit alan varmış demekki bir adam kendisi söyledi, o an amcamı düşündüm bende simiti atan oydu, karnı aç olan ben.
Bir de çocukla tanıştım, annesi ile köprünün altında yatıyordu, amcama söylemedim ama hergün bir simit veriyordum onlara, yoldan geçenler de para veriyordu. Yanlızca vapur geldiğinde yanımdan gitmesini istiyordum çünkü kalabalık olduğu zaman simit alan çok olduğu için, kendimi rahat hissetmiyordum.
Ve aylar geçti... Sanki bu şehir daha da aç kalıyor gibi, her gün battaniyesini alan bir alt geçite gidiyor gibi, sonra onların çocukları kümelenip insanlara sataşıyorlar. Rahatsız oluyorum ama; kimseye karışmamam gerektiğini de iyi biliyorum, babam hep 'insanları önce kendi haline bırak, ilk müdahaleyi sen bekle ki yanlış yapan sen olma' derdi.
Cem ise aralarında en iyi anlaştığım çocuk, her gün mutlaka halimi sormaya gelir, muhabbet ederdi. Onları da babası evden kovmuş, nedenini kendisi de bilmiyor, annesine de soramıyor, babasını özlediğini söyleyip duruyordu.
Ben de özlüyordum... ama kimseye söylemiyordum... Bazen amcam hissediyordu o kadar.
Kış yaklaştıkça daha da üşüyorum, bir de deniz kenarındayım bütün gün, cereyanda kalıyorum, hasta olmam kaçınılmaz birşey. Titreyerek iç çeksem de simitlerimi bitirmeden gidemem imalathaneye, artık amcamla imalathanede kalıyoruz, ben ise akşamları arada bir simit götürüyorum oteleci amcaya, Cem ile de sohbet ediyoruz arada bir....
Bir gün grup halinde esmer, kısa, çoğu tıknaz beş-altı çocuk karşımdan eliyorlar, birisi sarı bir bisikletin üzerinde.. vapurun ise inmesine iki-üç dakika var, Cem susuyor ve yanıma geçiyor, bir tanesi bir adım öne çıkıp, şöyle diyor hatırladığım kadarıyla;
'Cem'in arkadaşıymışsın sen duyduğumuza göre, bize para lazım, canını yakmadan, olay çıkarmadan dediklerimizi yap, sana bu bisikleti satacağız sen de bize seksen kuruş vereceksin, sonra hepimiz gideceğiz', Cem'e dönüyorum en ufak bir hareket yok, sanki onlardan yana diyorum içimden ki tam o sırada Cem söze giriyor;
'Arkadaşlarım haklı, bize istediğimizi ver yoksa kötü olur' diyor ve cebininden bir kaç saniye içinden bir çakı çıkartıyor
'yoksa kötü olur' diye ekliyor. İnsanlara güvenmeme konusunda bir çok şey duydum elbet, ama bir canlı örneğini yakından bu denli hissetmek beni hem üzdü hem korkuttu.
itiyorum birtanesini, bu sırada arabam sallanıyor ve bir yandan da para kazanmanın zorluğunu, paranın gerekliliğini anlatıyorum, anlamıyorlar tabi, onların gözünde sadece bir 'piç'im ben, bu sırada iskeledeki görevli adamlar yanımıza gelerek bizi dağıtıyor, bisikleti çekekerek götürürlerken, yani bir yandan koşarlarken, onların gözünde bir 'piç' olduğumu;
'Bu iş burda bitmedi, seni adi piç' dediklerinde kendi kendime doğruluyorum.
Ertesi sabah tezgaha geldiğimde demirlediğim arabanın lastiğine kocaman bir çakı saplıydı, elbette üzüldüm önce, sonra kendime kızdım, kendime kızmamın sebebi sadece bir alışkanlıktı, geldiğimden beri ne olursa olsun herşeyde kendi kendimi sorumlu tutuyorum; bu şehrin bana alıştırdığı kötü bir alışkanlık işte... Daha sonra çakıyı saklayıp arka cebime bozuk moralim ile tezgaha geçtim.
Simitleri dizdim, üzerlerini örttüm, camlarını sildim... Dalgınlığa vurarak çalışmıştım o gün , önemsemiyor gibi yapsam da içimdne bir ses bana bunu sürekli nasıl hazmettiğimi soruyor.
Yankılanıyorum kendi içimde, yankılanıyorum, yankılanıyorum....
Buranın bir sokağı vardır, 'Sultan Sokak' yılan biri bir yokuş, yanan tenekelerin içinden, uyuyan köpeklerden, az sonra başıma yıkılacakmış gibi duran eski, tahta binaların önünden geçerek pastaneye kısa yoldan vardığım, her gün kullandığım yol. Az ileride kümelenmiş insanlar görüyorum, yakınlaştıkça çocuk oldukları anlaşılıyor, biraz daha ilerledikten sonra etrafımı sarıp paramı istiyorlar, hemde en zayıf noktamı bulup, damarıma basarak... Beni ağlatana kadar 'piç' diyorlar, onlar babamı tanısalar eminim böyle demezlerdi diye içimden geçiriyorum o vakit.
Boyun eğmek ile karşı çıkmak arasında kalıp elimi ekmek teknemin tekerine sapladıkları bıçağı çıkararak bir tanesinin bacağına saplıyorum, sonra da inanılmaz bir şekilde kendimden nefret ediyorum, sonra dağılıyorlar ve karanlığın içinde kaybolona kadar koşuyorlar... Elini tutuyorum yerde yatan çocuğun, sonra koltukaltlarından çekerek bir merdivene dayıyorum, dispansere gidiyoruz....
Şimdi öz eleştirimi yapınca kendime kızıyorum açıkçası, çünkü beni yetiştiren baba; yolda gördüğü kırık karpuza üşüşen karıncaları görünce arabayı durdurmuş, karpuzu çalılıklara doğru çekmiş, karıncalar kaybolona kadar tütününü sarıp traktörün lastiğine dayanıp içmişti...
Ve tıpkı onun dediği gibi 'Kimseye zarar verme, hiçbir canlının hayatını almaya kalkma, gördüğün her kötülük, gelecekte adım atacağın yolun, aydınlığı olsun' ......



Gökmen Kaya 10 Nisan Perşembe 20:48

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Okumasaydım dedirten okudukçada okuyasını getiren bir yazı..Ne yazık ki hayat zor..simit tablasında,fırında yada bakkalda..
Hayat bu..her zaman insanın karsısına piçsin sen !! diyen insan çıkar..Önemli olansa bıçağı saplayabilecek cesaret..