22 Ekim 2008 Çarşamba

Denizde Yaprak Vardı, Hİç Batmadı!



Kadıköy-Beşiktaş vapuru... Akşam saatleri, yeni kararan bir havanın sızılı halleri herkesin gözlerinde... herkesi düşündürüyor.
Bende düşünüyorum tabi ki, müziğim kulağımda, dirseklerim tahtada, avuçlarımın içinde yüzüm emanet gayet duygulu bir şekilde denizi izliyorum.
Aynı filmler gibi yani. Bir ara sol gözüm doldu ve akan yaş kulağıma doğru yöneldi... Nedendi ? Ne zaman aktı ? Miktarı neydi bilmiyorum.. zaten hep sebepsiz ağlamayı severim.
Neyse işte, pardesüsünün kemeri bağlı, yakaları dik, cepleri geniş, dizlerinin altında ve üzerini sardığı bedenden memnun gülümsüyor sanki...
Dudağında bir şarkı var, dümdüz ve iki yana ayrılmış saçları, enfes burnu, uzun kirpikleri, kusursuz yüzü ile şarkı söylüyor... Giyindiği siyah kalın ve arkasında yeşil bir çizgisi olan uzun çoraplarının bitiminde süet yarım çizmesi vardı.

Ne cesaret bilmiyorum, baktım gözlerinin tam içine, hiç bozuntuya vermedi... Sonra bir daha... sonra bir daha... sonra bir daha...
''Dünyanın tüm güzelliklerini'' hakediyor gibiydi... Belki de dünyanın en güzel şeyi 'o'ydu ve tapılmayı bekliyordu sonsuz kez.
Sonbahar yaprakları gibiydi bir de, ezilse de şarkısını yarıda kesmeyecek ve ellerini cebinden çıkarmayacak gibiydi..
Hiç sabit durmadı, şikayetçi değildim... Gözlerime engel olabileceğimi sanmıyordum çünkü, 'o' nerede, bakışlarım orda... Karanlık bir tünelin karşısında, minicik de olsa dikkat çekecek ışıklar olur ya, 'o' karanlığıma çakılmış kibrit gibiydi yani. Karanlığım da 'gerçek bir karanlık' olduğu için belki de gözlerim kaybetmek istemiyordu ışığı.. Senelerce karanlıktan sonra.. Ne bileyim işte Atilla İlhan'ın dediği gibi karanlığıma çizilmiş ''yıldız'' gibiydi işte.
...

Neyse işte, sabaha kadar anlatabilirim ama tabi ki anlatmam o şarkı söylüyordu... Bende söylüyordum... Ama şarkımız 'aynı' şarkı değildi...
Kahve rengi yarım pardesüsü ile güzel bir yapraktı 'o'... Kimse üzerine basmaz inşallah dedim.
Beşiktaş'a yanaştık... Bir 'yaprak' gibi savruldu ve kayboldu gözlerimden.

Veya, gözlerim yetişmedi görmek için.
İndim, yoktu.

**

Yine hüzünlendim.
Aradaki 7-8 yaşa rağmen 'ah be' diyorum 'ah be'... Belki...
'Belki'si yok halbuki.

20 Ekim 2008 Pazartesi

??

Bayıldığım kelimelerdendir ''az sonra..!'' ''yakında... (iki nokta koydum, konmazmış!)
Neyse, ''Hayatımın Kadını ile 20 Dakika'' diye bir yazı yazcam, bomba olcak.

Görüşürüz.

16 Ekim 2008 Perşembe

Kullacını durumunu ''dışarda'' olarak ayarladı!

Şu an çok üzgünüm.
Modemim arızalandı ve ben 10 gün kadar yokum. Kendinize dikkat edin.
Buralara göz-kulak olun (:

12 Ekim 2008 Pazar

Rüyalarda Bile Aynı Şey!




... Neyse işte, gayet geceden kalmışlığımla uyandım, ödevlerim vardı resim çekmem gerekliydi. D80'imi boynuma taktım ve İstiklale çıktım.
Arkadaşlar gelecekti, buluştuk Nevizâde'de yedik içtik falan resimlerin de bir çoğunu çektim. Ara sıra objektifini siliyorum, sonra maskeli 4-5 kişi girdi içeri, ellerinde içkiler, gülüşerek ilerliyorlar ve masamıza kadar geldiler. Tanımadığımı düşündüğüm ve tanışacak havamda olmadığım için, ''uzun uzun konuşamama'' mesajları vererekten kalem ile duvardaki tahtaları oymaya kalkıştım.
Çeşitli şekiller falan filan derken masanın yavaş yavan donanmaya başladığına kanaat getirdim, amerikan salataları, zeytinler, kroketler, patates kızartmaları vs. isteksiz isteksiz yemeye ve içmeye devam ettim.
Bir ara izin istedim. Lovobaya kadar indim makinem ve eşyalarım üst katta iki dakika sonra geldiğimde çantam var, montum var, makine yok.
Kafayı yedim, hayattaki en değerli şeyimden oldum, hem de yeni bir makineden. Çıldırmış gibi oldum.
Alt kata üçer beşer merdivenler atlayarak indim, tam karşımdan beyaz üstlü, dar bir eflatun pantolonlu bir kız geldi ve elimi göğsüme koydu parmakları ile yön vererek sola döndürdü.
O kadar hazırlıksız yakaladım ki, yapacak hiç bişey yok! içeri girdik, kapıyı kitlitledi, öpmeye başladı...
O kadar tepkisizim ki anlamadım bile, masaya çeşitli maskeli adamlar geldi, yedik, içtik, lovobaya geldim kimse yok, makinem çalınmış, sadece çantam ve montum var... Şu an bir kızla öpüşüyorum tuvalette..
yan taktığım çantamdan bir tükenmez kalem aldım ve avcuna numaramı yazdım oradan süratle ayrıldım... Hiç konuşmadık!

Çıktığımda yerler ıslak. Fülütler, darbukalar, modern klasik müzikleri, mızıkalar.... Karışık armonisinde İstiklalin çaresizce yoluma gittim.
Zaten aklımda milyon tane cevapsız soru var, yenilerini ekleyerek yoluma devam ettim.

Ve saat 6:50.. Telefonum acı acı çalarak okula gitmem için çalıyor, korkarak uyandım ve yatağımın hemen başına yapıştırdığım D80 resmine baktım içimi çekerek.
''Ulan'' dedim. ''Yeter artık. Karının, kızın, biranın, mezenin, tuvaletin bile içinde aynı şeyin hayali. Al babacım artık şu makineyi bana!'' dedim.
Gece yanaştım yanına, ''Baba, annem gidicek ya Belçika'ya ona bizim şu makineyi bi...''
''Tamam oğlum, merak etme sen'' dedi.
Mutlu mutlu uyudum sonra, gece biri geldi çoraplarımdan çekti yorganı üstüme koydu.. Karanlıktı, seçemedim.

(Resimde tuttuğum benim olacak! O kadar!)

5 Ekim 2008 Pazar

Sol Elimi Gidene Kadar Çıkartmadım Cebimden..


Sonbaharı severim, son olduğu için o 'bahar' kıymet gösterilmelidir. Mesela çok gidilesidir Hisar, Bebek Parkı, Taksim, Sarıyer...
Çektim yine baharlığı üzerime bir kahverengi canvas pantolon, basit bir kazak çıktım Taksim'e yine her zamanki gibi müzik çalan mekanların önünde ayaklarımı sürterek yavaşladım ve o melodilere kaptırdım kendimi. İnsanı sadece resimlerden görmeyi sevmeme rağmen iç açıcı derecede güzeldi sağımdan ve solumdan akan insan olukları yolu uzatmamaya karar verdim ve Nevizade'ye girdim hemen, sıcacık midyelerden yedim ve peçeteye koyduğum 2 taneyi cebine alıp bir arka sokağındaki teraslı bara girdim iki hafta geçmesine rağmen sadece ikinci katta tanınmadım.
Çalışanlarla selamlaştık sonra terasın güneş alan tek noktasını gözüme kestirip oturdum hemen bir 70'lik bira geldi buz gibi. Limon sosunu bu sefer bira için değil cebimdeki midyeler için istedim, bol limon yedirdim afiyetle yedim sonra... Nasıl bir mutluluk nasıl bir mutluluk! Bir vakit sonra müzik başladı, bende kalemi ve not defterimi usulca çıkarttım cebimden masanın üzerine bıraktım.
Ellerim midyeli tuttum kalemi aşırı doğal bir yazı veya şiir olsun diye çünkü o an bilmiyordum ne yazacağımı. İki 70'likten sonra defteri cebime geri koydum... Yazılarım bitti... Kalabalıkta oldu zaten.
Önümü iliklemeden kalktım ve çıktım bardan, tahta, geniş, koyu merdivenlerden belirli bir melodi tutturmuş şekilde kullanarak parmak uçları ve topuklarımı kullanarak aşağı indim, hesabı verdim.

Kalabalığa karıştım sonra.

Karşı kaldırımın sırasında kapkara bir çocuk, bacaklarının arasında darbuka... Tek eli ile darbukayı kullanıyor, diğer elinde de mızıka ''Hatırla Sevgili'' dizisinin müziğini çalıyor, gözlerim doldu... Yavaş hareketler ile cebimden bozuk paraları çıkarttım ki müzikten biraz daha uzun süre faydalanmak için... Rengi sarı ile beyaz arası kirli havlunun üzerine bıraktım, gözleri güldü... Elimi cebime sokup duvara yaslandım... Hep böyle durumlarda gözlerim kısılır önümden üç tekerlekli engelli arabasında ünlülerin resimlerini satan adamın ''ekmek teknesinin'' camında yüzüme baktım, sonra gözüm yine o havluya ilişti.

Beyazdan sarıya dönen ne varsa hayatımda gözlerimin önüne geldi sonra semtimizde dükkanını tamamen kapatan kırtasiyenin raflardan aldığı kullanılmamış ama 'sarı' olan defterleri geldi gözlerimin önüne...
''Yaşanmasa da kirlenirmiydi hayatım'' dedim kendi kendime...

''Elimi cebimden hiç çıkartmadan'' İstiklal'in en tepesin kadar yürüyüp otobüse bindim.

1 Ekim 2008 Çarşamba

Dizleri Üzerinde Bekleyen Gezegen!


Eminim ki, ''doğudan öcümüzü kan ile alacağız ve petrol ile de zevkine tam olarak varacağız'' diyordu Bush ve kurmayları..
İki milyon sivil katledildi, yüzbinlerce asker.
İntihar bombası çıkmıyorsa o gün, normal bir gün Irak'ta.
Psikolojileri bozulmuş insanlar için bayram.
Çocuklar tecavüze uğradılar, tacize, anneleri gözlerinin önünde tecavüz edilen çocuklar Amerikan askerine yumruk atmaya çalışırken kendi elini acıtıyordu vurduğu askeri zırha.
Sonra bir tanesi resim çekildi askerlerin ve gülüyor çocuklar... Ellerinde kağıt ingilizce yazıyor.
Savaşın ortasında merhamet bulmuş, başını okşayan bir el bulmuş, ama tuttuğu kağıtta ''Bu asker anneme ve kardeşime tecavüz etti'' yazıyor.
Irak'taki katliama Amerika'yı destekleyerek katkıda bulunduk, çuval geçirdiler, sonra iki nema verdiler herşey düzeldi.
Nâzım da içeri atıldığında 125bin lira hibe etmişlerdi.
Neyse;
Amerikan uşağı sahte müslüman ''Fetullah Efendi'' Amerikan askerini kutsasın, doğuda Ermeni eli öpen Cumhurbaşkanımız soykırım anıtının olduğu ülkeye ziyaret etsin, İMF'ye en çok borcu olan ülke biz olalım, ABD'ye ödediğimiz bir haftalık faiz ARGE'ye ( Araştırma Geliştirme Fonu bununla labratuarlar, okullar, ilim irfan merkezleri açılıyor) ayırdığımız paradan fazla olsun, insanın değeri olmadığı defalarca kanıtlansın, ABD paranın üzerindeki Abraham Lincoln'e tapsın...

*

Bugün durum ne peki ?
Batan bankaların sayısı yavaş yavaş iki elin parmakları toplamına yaklaşsın! Küresel kriz her yandan sallasın! Biz ''emperyalizm'in'' kucağında oturmaya devam edelim.
Hani stratejik ortağındı ?
Çuval geçirirken sana sesini çıkartmıyordun ya şimdi ?
PKK'ya silah desteği yaptığını sümen altı ediyodun, ya şimdi ?
Ellerin başının arasında son darbeyi bekliyosun!

*

Dostlukta burda, Emperyalizm'de burda!

*

Öp abinin çuvalını! Hadi göreyim seni!