"Çakmağım yok" dedi. Sormamıştım zaten. Oturduk. Derin bir nefes aldı. "Üşümeye başladım artık" dedi. "Kasım, geçen hafta Eylül gibiydi ama artık öyle değil, üşütüyor" dedi. "Öyle" dedim. Ceketimi çıkarıp vermedim. Anlık gelen 1-2 baş ağrısı, avuçta soğuyan çay, boynumu kaşındıran bir atkım vardı. Kış ve kışın getirdikleri. Sanki görüşmediğimiz o bir sene, aramıza kar yağmış, buz tutmuş ve her gün biraz daha güçlenmiş ve kimsenin kıramayacağı bir buz tabakasına dönüşmüştü. Çok tuhaftı. Bir zamanlar canını verebileceğini düşündüğüm biriydi.
Ama işte, her şey değişiyor. Zaman kendi içinde kaybediyor bazen yaşananları. İstediğin kadar yaşa. Bir yerden sonra, bütün yaşadıkların bir akıntı üzerinde, hızla kürek çekerek uzaklaşıyor.
O gün, bana ne sorduysa reddettim, yalanladım, "Yok!" dedim.
Üzülmüş gibi durmuyordu.
Bir kez daha çakmak zordu. Elini cebime soktu. Ben elimi cebimden çıkarttım, dokunsun istemedim. Hiç bozulmadı.
Nefesinin buharı, solumuzda yanan sokak lambasına doğru gidiyor, hızla dağılıyordu.
Ben, dağılan her şeyde olduğu gibi kendimi görüyordum.
Sonrasını hatırlamıyorum. Bir şeyler daha konuştuk. Sessizce kalktı gitti bir süre sonra. Kendimi boşluğa, amaçsızca bakarken buldum. Sonra telefonum çaldı... Baktım, bilmediğim bir numara.
Telefonu banka koydum, arkama bile bakmadan evin yolunu tuttum.
İki gün sonra haberi geldi. Ölmüştü.
Bir not bulmuşlar evinde, şöyle yazıyormuş; Bir gün gelir, aklında sadece iyi şeyler kalır. Ben o iyi şeylerle gidiyorum...
Üzülmemiştim. Bıçak gibiydim.
güneşe karşı günlerce oturmak, bira yudumlayıp kitap okumak istiyorsan, bir tabure de sen çek.
23 Kasım 2012 Cuma
2 Haziran 2012 Cumartesi
Kahradam
Şöyle gözlerimi kapatıp, 3-4 yıl geriye gidiyorum... Hatta 5 yapalım... Günlüğümde Son Sayfa. Buğulu zamanlar. 6-7 metrekare bir oda, rahatsız bir yatak, kırık bir masa, boş bira şişeleri, ilaç kutuları, bitmeyen baş ağrısı, 4 de duvar.
Dönmek istemediğim ama kendimi ve nereden geldiğimi hatırladığım zamanlar. Çok büyük zorluklar aşmadım. Çok büyük badireler atlatmadım. Gözümden sakındığım annemin yaşadığı tatsız bir hastalık oldu, onu da el ele atlattık. Gidemediğim bir üniversite, sabah akşam çalışmak zorunda olduğum bir iş vardı. Kimseyi sevmiyordum. Kimseyle konuşmuyordum. Baltalimanı'nda bir banka oturuyordum iş çıkışları. Henüz Bomonti ile tanışmamıştım, Efes içiyordum. Böyle bir rutinin içinde, kendini ısrarla tekrar eden günlerle savaşıyordum. Yüzlerce insan görüyordum her gün. Bir o kadar yalancı gülümseme. Lise dağıldığı zaman kafamı kuma sokmak istiyordum. Bir zamanlar sevdiğim bir kız, okul çıkışında beni görmesin diye saklanıyordum. Ayıp bir iş değildi benim işim. Bir gün bir şişe şarap kırdım ama. Akşamdı. Aldım paspası, başladım temizlemeye. Sonra otomatik kapı açıldı. Sevdiğim o kız yanında bir çocukla geldi. El ele. Ben paspas sapı tutuyordum. Fazla konuşamadık. Anladı her halde utandığımı. "Görüşürüz" dedi. "Görüşürüz" dedim.
Evden işe, işten eve. Tuhaftır, binlerce kötü hatıra biriktirdim. İnsan hiçbir yere gitmiyorken daha fazla hatıra biriktiriyor. Belki de düşünmeye çok daha fazla zaman buluyor, ondan. Hatıralar abartılıyor, haddiden fazla anlam yükleniyor, hayatımızdan gidenlere.
Ben de gidiyordum bol bol. Yol param cebimde kalsın diye, yürüyerek. O ara, çalışıyorum ya, bir de mp3 almıştım kendime. Günlüğümde Son Sayfa. Gidip gelip dinliyorum o zamanlar. Sürekli de dilimde. Yetmiyor, kağıtlara yazıyorum. Aradan yıllar geçti mesela, dolabımın iç kısmında asılıdır sözleri, hâlâ daha...
Yaşanınca anlamlı, anlatınca anlamsız olan durumlar var ya, işte öyle bir şeydi dönemsel yalnızlığım... Ve elimden sadece, şarkılar tuttu ve o şarkıların çoğunu İbrahim (Kodes) söylüyordu.
Duygularıma dokunulması gerekiyordu. Bağıracak hiçbir şey yoktu. Anlatacak kimse yoktu. Zaten şarkı sevmenin temelinde de bu yok mudur? Söyleyenin durumunuzu sizin yerinize anlatması... Böyleydi işte.
"Kıvılcım" var sonra. Bir şarkının ağlatması, gerçeği yüzüne vurması, sana ana-bacı sövmesi, hatta amına koyması gerekliydi. Kıvılcım da bunu karşılıyordu: "Başladığım bir yer vardı, tekrar ordayım, tekrar kimse yok ve tekrar tekrar tekrar edecek bilirim! / Korkuya kapılma, alışkınım bir kez daha çekerim! / Derin bir iz var içimde / Kalbime kilitli düşlere eziyet ederken her gece... Boşver gerisini bilme."
Anlatıyordu işte. Bütün lafları ağzımdan alıyordu. Yazamayacağım, söyleyemeyeceğim şeyleri o söylüyordu. O dönem bol bol e-maillerle şarkıları ekleniyordu, gereken adreslere.
Üstelik olgunlaşıyordum. Bir sesi hayatımın orta yerine koymuş devam ediyordum. Büyüdüğümü hissediyordum. Ve o ses, o şarkılar, her adımda yanımda oluyordu. Şarkılara sarılıp uyuyordum....
O değil, o kız bir akşam tekrar geldi. Yıllarımı vermiştim. "Konuşalım" dedi. Konuştuk. Penceremde Bir Dua. Konuşmaya devam ettik. İz Bırakanlar. Kötü günlerimiz de oldu. Karala Suratları. Ve olmadı sonuçta. Günlüğümde Son Sayfa.
Ama, Hayallerim Var.
Düşe kalka geçti günler. 2006. 6 senede 9 albüm çıkarttı Dramelodi. Hüseyin'i de unutmamak lazım tabi. Müzikleri yapan Habs-i Nefes'i.
Neyse, Hüseyin'i tanıdım sonra. Hayatımda sadece sesiyle var olan, içimde zaman zaman hiçbir dostumun uzanamadığı yere uzanan, rahatlatan, gerçeklerle yüzleştiren, öğüt veren sesini dinledim hep. Zamanı geldi, azar azar konuştuk bunları aramızda. Parça parça oldu. Şimdi de yeni bir albüm çıkarttı, solo albüm. Katafalk adı. Ben bunları yazarken arka planda dönüyor. Yine içinde iz bırakacak şarkılar, yine küpe olacak sözler, yaşanmışlıklar, yaşanmak istenenler var. Bu zamana kadar sesiyle yanımda olan arkadaş, kardeş, bu sefer başka sözlerle gelmiş yani.
Dinleniyor.
Eminim yine çok güzel bir iz, çok güzel hatıralar bırakacak bana.
27 Mayıs 2012 Pazar
Behzat Ç.'ye dokunmayın!
Hekime şiddet kaç gün kaldı ülke gündemimizde? Kot taşlayan işçiler, ötekileştirilen insanlar, cumartesi anneleri, polisin uyguladığı şiddet, haksız yere hapis yatan öğrenciler, memurun cebe attığı rüşvet, çocuk işçiler, Eryaman'da travestilere yapılanların aslında gerçek olduğunu Behzat Ç sayesinde farketmedik mi?
Devletin Samast'ı nasıl koruduğunu, devletin ve polisin içindeki çeşitli grupların kendine koltukları bir bir kapmak için ne haltlar yediğini, ihalelerin "Selamunaleyküm" diyerek peşkeş çekildiğini, karikatüristlere nasıl saldırıldığını, aşağılandığını, Behzat Ç sayesinde tekrar farketmedik mi? Memurun içler acısı hali de öyle... Evine ekmek götüremeyen memurları da öyle gördük. Birbirini 3 kuruş para için öldüren insanların gerçek hikayelerini, sokak çocuklarını, kadına şiddeti, zorla, erken yaşta evlendirilen kızların dramlarını nasıl hissettik peki? Tabii ki Behzat Ç sayesinde. Muhakkak ki kurular var. Muhakkak ki hayal ürünleriyle dolu, izlediğimiz çoğu sahne. Ancak bu ülkede çoğu işin bu tarz yürüdüğünü herkes bilir.
Örnekler daha çoğalır, çünkü bu memleketin sorunu bitmez.
Bunları bir kenara koyalım, karakterlere bakalım: Eşinden ayrı, hayatta en sevdiği varlığı olan kızını kaybetmiş, hayatı omzunda bir yük gibi hisseden, her şeyden bıkmış bir polisin ta kendisi Behzat. Hiç merak etmeyecek miyiz, 66 bölüm, saatlerce öyküsünü izlediğimiz polisin bundan sonra neler yapacağını, hangi toplumsal olayın içinde hak arayacağını, hangi cinayette kendince hak arayacağını, yıllar sonra tanıdığı kızıyla nasıl anlaşıp, nasıl bir baba olacağını?... Dokunmayın dizimize!
Peki ya Hayalet? Sevdiği bütün kadınlar hapse düştü. Yaşadığı mahalleyi baştan aşağı yıktılar. Kimi sevse yanıldı. Şimdi bir Suna girdi hayatına... Nasıl bitecek bu aşk ya da nasıl çizilecek yolu, öğrenemeyecek miyiz?
Akbaba ne olacak? Çoğumuz için en tuhaf dizi karakteridir. Sevdiği kıza amcası tecavüz etti. Başkasını sevemiyor. Onun yaşadığı gelgitleri biz ekranda hissediyor, yaşıyoruz... Kendimizi bir daha onun yerine koyamayacak mıyız?
Peki Harun? Kaba saba o adam ne olacak? 40 yılda bir yüzü güldü. Bırakın bari, onun mutluluğunun sürmesi için devam etsin şu dizi...
Neden biliyor musunuz?
Çünkü artık bu insanlar bizim hayatlarımızın içinde. Dizinin izleyicileri, kendi ailesinden biri. Sokakta karşılaşsak, çoğumuz sarılıp birer hatıra fotoğrafı çektireceğiz. Sebebi o insanları haftada bir ekranda görmemiz değil, yürekten sevmemiz! Rica ediyorum ve ediyoruz, bizi dizimizden alıkoymayın.
Son not meclise o dilekçeyi veren ve imzalayan vekillere: Memleketi bok götürüyor. İşsizlik tavan, sokakta insanlar birbirlerini bıçaklayacak gibi. Çıkın sokağa bakın, rastgele gördüğünüz kaç surat gülüyor? Sağlık reformu dediniz, hastane kuyruklarında can veriyor insanlar, emekli maaşı kuyruklarında öldükleri gibi. Mazot kaç kuruş, çiftçine sahip çıkıyor musun? Atanamayan öğretmenler için neler yaptınız? Uludere'de insanlar öldü, mantıklı bir açıklama getireninizi henüz göremedik. Poşu taktığı için hücrelere atılan öğrenci, tutuklu gazeteciler ve vekiller için ne yaptınız? Şehit haberlerine girmiyorum bile. Bu kanın durmasına engel olamıyorsunuz, siz de suçlusunuz... Örnekler daha da uzar ama sanıyorum ki bu kadarı yeterli.
Sizin göreviniz, sorunları çözmek vekillerim. Behzat Ç'nin sizin için daha önemli bir sorun olduğunu sanmıyorum. Asıl uğraşmanız gereken sorunlarla uğraşmanız dileğiyle, Behzat Ç'ye dokunmayın!
Devletin Samast'ı nasıl koruduğunu, devletin ve polisin içindeki çeşitli grupların kendine koltukları bir bir kapmak için ne haltlar yediğini, ihalelerin "Selamunaleyküm" diyerek peşkeş çekildiğini, karikatüristlere nasıl saldırıldığını, aşağılandığını, Behzat Ç sayesinde tekrar farketmedik mi? Memurun içler acısı hali de öyle... Evine ekmek götüremeyen memurları da öyle gördük. Birbirini 3 kuruş para için öldüren insanların gerçek hikayelerini, sokak çocuklarını, kadına şiddeti, zorla, erken yaşta evlendirilen kızların dramlarını nasıl hissettik peki? Tabii ki Behzat Ç sayesinde. Muhakkak ki kurular var. Muhakkak ki hayal ürünleriyle dolu, izlediğimiz çoğu sahne. Ancak bu ülkede çoğu işin bu tarz yürüdüğünü herkes bilir.
Örnekler daha çoğalır, çünkü bu memleketin sorunu bitmez.
Bunları bir kenara koyalım, karakterlere bakalım: Eşinden ayrı, hayatta en sevdiği varlığı olan kızını kaybetmiş, hayatı omzunda bir yük gibi hisseden, her şeyden bıkmış bir polisin ta kendisi Behzat. Hiç merak etmeyecek miyiz, 66 bölüm, saatlerce öyküsünü izlediğimiz polisin bundan sonra neler yapacağını, hangi toplumsal olayın içinde hak arayacağını, hangi cinayette kendince hak arayacağını, yıllar sonra tanıdığı kızıyla nasıl anlaşıp, nasıl bir baba olacağını?... Dokunmayın dizimize!
Peki ya Hayalet? Sevdiği bütün kadınlar hapse düştü. Yaşadığı mahalleyi baştan aşağı yıktılar. Kimi sevse yanıldı. Şimdi bir Suna girdi hayatına... Nasıl bitecek bu aşk ya da nasıl çizilecek yolu, öğrenemeyecek miyiz?
Akbaba ne olacak? Çoğumuz için en tuhaf dizi karakteridir. Sevdiği kıza amcası tecavüz etti. Başkasını sevemiyor. Onun yaşadığı gelgitleri biz ekranda hissediyor, yaşıyoruz... Kendimizi bir daha onun yerine koyamayacak mıyız?
Peki Harun? Kaba saba o adam ne olacak? 40 yılda bir yüzü güldü. Bırakın bari, onun mutluluğunun sürmesi için devam etsin şu dizi...
Neden biliyor musunuz?
Çünkü artık bu insanlar bizim hayatlarımızın içinde. Dizinin izleyicileri, kendi ailesinden biri. Sokakta karşılaşsak, çoğumuz sarılıp birer hatıra fotoğrafı çektireceğiz. Sebebi o insanları haftada bir ekranda görmemiz değil, yürekten sevmemiz! Rica ediyorum ve ediyoruz, bizi dizimizden alıkoymayın.
Son not meclise o dilekçeyi veren ve imzalayan vekillere: Memleketi bok götürüyor. İşsizlik tavan, sokakta insanlar birbirlerini bıçaklayacak gibi. Çıkın sokağa bakın, rastgele gördüğünüz kaç surat gülüyor? Sağlık reformu dediniz, hastane kuyruklarında can veriyor insanlar, emekli maaşı kuyruklarında öldükleri gibi. Mazot kaç kuruş, çiftçine sahip çıkıyor musun? Atanamayan öğretmenler için neler yaptınız? Uludere'de insanlar öldü, mantıklı bir açıklama getireninizi henüz göremedik. Poşu taktığı için hücrelere atılan öğrenci, tutuklu gazeteciler ve vekiller için ne yaptınız? Şehit haberlerine girmiyorum bile. Bu kanın durmasına engel olamıyorsunuz, siz de suçlusunuz... Örnekler daha da uzar ama sanıyorum ki bu kadarı yeterli.
Sizin göreviniz, sorunları çözmek vekillerim. Behzat Ç'nin sizin için daha önemli bir sorun olduğunu sanmıyorum. Asıl uğraşmanız gereken sorunlarla uğraşmanız dileğiyle, Behzat Ç'ye dokunmayın!
25 Mayıs 2012 Cuma
Kendi Halinde...
Biz her şeyi değiştirebileceğimize inanan idealistlerdendik
Biz geçmişi bölüp, geleceğe bir pencere açanlardandık
Biz, ceketini sağ kolunda pürüzsüzce taşıyan adamlardık.
Kim duymuştu huysuzun sözünü, yalnızın gürültüsünü
Kim bozmuştu ceketimizin ütüsünü
Kiminle savaşmıştık kaldırım taşlarında, sabahlara kadar
Kimin için yüzlerce kez değiştirmiştik öykümüzü.
Biz aslında sessiz insanlardık.
Biz içkimizi çocuklar salona girdiği zaman masa altına saklayan adamlardık
Yıllarca ekmeği gazete kağıdına sardık
Birbirimize kahvelerde çaylar ısmarladık…
Bir şey oldu sonra.
Sanıyorum her şey dükkanların daha geç kapanmasıyla,
Küçücük çocukların gece geç saatlere kadar sokakta kalmasıyla başladı
Bir yerde bir hata vardı.
Görünmez değil, görünür değil, unutulabilecek gibi değil…
Sanıyorum her şey, 14 yaşında bir çocuğun bıçaklanmasıyla başladı
Telefon kulübesinin hemen yanında,
Taşları dökme olan duvarın dibinde.
Biz çok güzel adamlardık.
Komşusuna balık gönderen insanlardık eskiden.
Selam bile vermeyen olduk sonradan…
Maltepe bozulunca bozulduk.
Televizyonlar artınca bozulduk.
Biz hibelerle bozulduk.
En iyiler öldü sonra
İyiler önce ölüyor, kötüler sonra
Gözümü kapatsam Türkan Saylan’ı görüyorum
Ve bir adet haline getirdim artık,
Ne zaman Kemal Sunal’ı görsem ağlıyorum…
Ne zaman Atila İlhan duysam içim sızlıyor
Orhan Veli’nin de kendi sesinden şiirleri çıkmış,
Dinleyince yeryüzünde bir paçavraymışım gibi hissediyorum.
Biz aslında iyi adamlardık.
Bir şeyler bozdu bizi.
Belki vicdanımız, kaybettiğimiz hürriyetimiz,
1 Mayıs’larda kardeşçe çekemediğimiz halaylar,
Bakanlara atamadığımız yumurtalar belki…
Belki de sessiz kalmamız, içerde yatan yüzlerce insana
Bir şeyler bozdu bizi.
Biz geçmişi bölüp, geleceğe bir pencere açanlardandık
Biz, ceketini sağ kolunda pürüzsüzce taşıyan adamlardık.
Kim duymuştu huysuzun sözünü, yalnızın gürültüsünü
Kim bozmuştu ceketimizin ütüsünü
Kiminle savaşmıştık kaldırım taşlarında, sabahlara kadar
Kimin için yüzlerce kez değiştirmiştik öykümüzü.
Biz aslında sessiz insanlardık.
Biz içkimizi çocuklar salona girdiği zaman masa altına saklayan adamlardık
Yıllarca ekmeği gazete kağıdına sardık
Birbirimize kahvelerde çaylar ısmarladık…
Bir şey oldu sonra.
Sanıyorum her şey dükkanların daha geç kapanmasıyla,
Küçücük çocukların gece geç saatlere kadar sokakta kalmasıyla başladı
Bir yerde bir hata vardı.
Görünmez değil, görünür değil, unutulabilecek gibi değil…
Sanıyorum her şey, 14 yaşında bir çocuğun bıçaklanmasıyla başladı
Telefon kulübesinin hemen yanında,
Taşları dökme olan duvarın dibinde.
Biz çok güzel adamlardık.
Komşusuna balık gönderen insanlardık eskiden.
Selam bile vermeyen olduk sonradan…
Maltepe bozulunca bozulduk.
Televizyonlar artınca bozulduk.
Biz hibelerle bozulduk.
En iyiler öldü sonra
İyiler önce ölüyor, kötüler sonra
Gözümü kapatsam Türkan Saylan’ı görüyorum
Ve bir adet haline getirdim artık,
Ne zaman Kemal Sunal’ı görsem ağlıyorum…
Ne zaman Atila İlhan duysam içim sızlıyor
Orhan Veli’nin de kendi sesinden şiirleri çıkmış,
Dinleyince yeryüzünde bir paçavraymışım gibi hissediyorum.
Biz aslında iyi adamlardık.
Bir şeyler bozdu bizi.
Belki vicdanımız, kaybettiğimiz hürriyetimiz,
1 Mayıs’larda kardeşçe çekemediğimiz halaylar,
Bakanlara atamadığımız yumurtalar belki…
Belki de sessiz kalmamız, içerde yatan yüzlerce insana
Bir şeyler bozdu bizi.
Gökmen Kaya
10 Nisan 2012 Salı
Olamadığım insanı dinlemek
"Tıpkı benim gibi" diyordu. "Sanki yıllardır aradığım o kusursuz adamı buldum" diyordu. O kadar yalnızdım, o kadar umursanmaz biriydim ki, salladığım başım bile sanki benden izinsiz hareket ediyordu. Bir ara, uzun parmaklı, ince bilekli elini kaldırdı, birer kahve daha söyledi. Yine fikrimi sormamıştı. Ağustos ayıydı... En kötü Temmuz sonu diyelim. Sıcaktan bacaklarımı kaşıyordum.
Yorgundum, isteksizdim, başarısızdım ve benim sahip olmadığım bu özelliklere sahip bir adamı dinliyordum.
Hiç kıskanmadım...
Zaten sohbet çok uzun sürmedi.
18 Ocak 2012 Çarşamba
kopan adam annesini beklerken.
Uyandı birden. Televizyonu hâlâ daha çalışıyordu. Gördüğü rüyaları düşündü tek tek. Üç günlük bir uykuydu bu. Halıya uzanmıştı, üzerinde sadece gömleği vardı. Camdan sızan güneş, evin ne kadar pis olduğunu gösteriyor, tozlar o sızıntı içinde dans ediyordu. Boynu tutulmuştu. Üşüdüğü için sürekli kendisini büzdüğünden, esnerken çok zorlandı. Hafif doğruldu ve kanepenin önüne koyduğu tahta sehpayla adeta göz göze geldi. Ekmek küflü, fincan yarım, peynirin üstünde sinekler birbirini kovalıyordu. Ayağa kalkar kalkmaz kendini kanepeye bıraktı. Sanki yılların yükü omzundaydı. O yükün altında sanki birden ezildi. Başı öne düştü ve ağlamaya başladı. Televizyon sehpasına yetişip vazonun altındaki danteli alana kadar çoktan ağlamaya başlamıştı bile. Mendil arayacak hali yoktu. Bütünü kenara kıvrılmış halıyı düzeltmeden çıplak ayaklarıyla kanepeye geri döndü. Ağlamaya devam etti. Doğru dürüst yürüyemiyordu. Sonra kanepenin cam kenarı kısmına geçti, dışarıyı izlemeye başladı. Bir kurşun kalem kadar yalnız uzanan yolun sonunda kendisini küçücük gösteren denizi gördü. Dirseği kanepenin kolunda, avcunun içi çenesindeydi. Üç ay hiç kıpırdamadan durdu. Aralık tülden dışarıdaki insanları izledi. Mutlular, mutsuzlar, sevgililer gördü. Herkes için bir şeyler hissetti. Zaten yapacak başka bir işi yoktu. Üç ay sonunda, ayak bilekleri erimeye başlamıştı çoktan. Bir keresinde pencere demirlerinin arasına atlayan kediyi görünce irkildi ve o sırada iki ayak bileği birden koptu. Acı hissetmiyordu. Sadece, eğildi ve gözlerinin ucuyla baktı ayaklarına. Gözleri doldu. Bacaklarını salladı sonra. Birazcık gülümsedi. Tekrardan cama döndü. Kollarının yardımıyla kendisini fincana kadar götürebildi. Üzerinden üç ay geçmesi onun için önemli değildi. Bir yudum aldı, pencereye geri döndü. Yağmurlar, karlar... Mevsimler gözlerinin önünde kendisini gerçekleştiriyordu. Şanslı hissetti. Yine gülümsedi. Kanepenin koluna başını koyup, yağan karı aşağıdan izlemek istedi. Bütün kar taneleri sanki gözlerinin içine giriyordu. Kar bitti, su olup eridi ve eski posizyonunu almak için hareket ettiği an önce sol, sonra sağ dizi koptu. Bir üzümün salkımından ayrılması, bir elmanın dalından koparılması gibi. İdare etmeliydi, başka şansı yoktu. Ayaklarını ve dizlerini aldı, sanki biriktiriyormuş gibi bir kenara istifledi. Oturdu ama hemen karşısındaki komidinde küçük bir bibloya dayanmış bir aile fotoğrafı dikkatini çekti. Dokuz saat uğraştı, sonunda o fotoğrafa ulaştı ve yerine dönebildi. Çardakta çekilmiş bir aile fotoğrafıydı bu. Tahtadan, uzun bir bankta ailesiyle oturuyordu. Annesinin tarafındaydı ama babası daha çok gülüyordu sanki. Annesinin kendisini sevmediğini düşünmeye başladı ve ağlamaya başladı. Bu ağlamak altı ay sürdü. Hayatta en değer verdiği kişi olan annesi, onu sevmiyor muydu? Üzüntüden baldırları da ayrıldı ve sadece gövdesi kaldı. Boyu kısaldığı için eskisi gibi dışarıyı göremiyordu. Olan bitene pek hakim değildi artık. Sadece mevsimler ve onların kendilerine özgü gürültüleri kalmıştı geriye. Aylar sonra kış kendisini fena halde hissettirmeye başlamıştı. Daha önce olmadığı kadar soğuk hissetti. Hasta olacağını düşündü ve çorap giymesi gerektiğini düşündü. Hareket eder etmez çorap giyebileceği bir ayağı olmadığını hatırladı ve acı bir kahkaha attı. Yüzünü mindere dayadı ve bu kahkaha üç ay sürdü. Bunu çok özlemişti. Gülerken soğuk havayı pek hissetmemişti. Bu sırada burnunun donarak düştüğünü farketmedi. Burnunun, kanepenin hemen dibinde olduğunu gördü. Almak için eğilmedi. Burun orada öylece dururken, kafasının da yavaş yavaş koptuğunu hissetti. Kolları güçlüyken bir karar vermeliydi. Ya kafası kendi kopup odanın diğer ucuna yuvarlanacak ya da kendisi koparıp pencerenin önündeki mermere bırakabilecekti. Öyle yaptı. Elleri kafasını mermere koydu ancak manzarası biraz değişmişti. Biraz daha çapraza bakıyordu artık. Küçük bir evin yarısını ve yanında uzanan çalılığı görüyordu. Bir yıl da böyle geçti. Kollar da gövdeden ayrılmış, artık iyice paramparça olmuştu. Bir süre sonra, bir kadının fakir bir bavulla eve doğru yaklaştığını gördü. Annesi olduğunu hemen anladı. Hayatında hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Ağlamaya başladı. Çok heyecanlandı. Hemen kapıyı açması gerekiyordu. Kafasını geriye doğru attı ve başıyla gövdesini birleştirdi. Hiçbir şey yapmamak, her şeyden, herkesten uzak olmak işine geliyordu ama annesi söz konusuydu. Gövdesiyle birleşti. İnanılmaz bir şeydi. Organları kek kapları gibi iç içe geçiyordu. Sadece zil çalmıyordu artık. Annesş kapıya da vuruyordu bir yandan. O da acele ediyordu. Yıllardır görmemişti, dokunmamıştı annesine... Yuvarlanarak koluna ulaştı. Sonrası kolaydı. Diğer kolunu da taktı ve sürünerek bacaklarına gitti. Anne de bağırıyordu. Çocuk annesinin beklemesi için dua etmeye başladı. Bacaklarının parçalarını da birleştirdi ve kapıya koştu. Kimse yoktu dışarda. Anne gitmişti.
Silkinerek uyandı. Geceden kalma kıyafetleri, çıplak ayaklarıyla ve hemen kapıya koştu. Kimse yoktu. Bir kurşun kalem kadar yalnız uzanan yola baktı. Rüyasında gördüğü fakir bavullu kadını biraz daha beklemeye karar verdi. Kapıyı kapatmadan birkaç sene daha.
Silkinerek uyandı. Geceden kalma kıyafetleri, çıplak ayaklarıyla ve hemen kapıya koştu. Kimse yoktu. Bir kurşun kalem kadar yalnız uzanan yola baktı. Rüyasında gördüğü fakir bavullu kadını biraz daha beklemeye karar verdi. Kapıyı kapatmadan birkaç sene daha.
16 Ocak 2012 Pazartesi
iç terazi.
İnsanın içinde sabitleyemediği teraziler vardır. Genellikle zaaflarımızın ağır basar bu terazilerde. Sevdiklerimiz, doğrularımız, hep o terazilerde durur. "Kemiksiz" doğruyu edinmeye çalışırız aslında ama genellikle yanıltır teraziler. Çünkü hilelidirler...
Görmek istediğimiz gibi görürüz, hissetmek istediğimiz gibi hissederiz. Bu yüzden, "Öyle demek istememişti aslında" gibi, "Yanlış anladım" gibi saçma şeylerle avunur, sahte bir erinç arar ve bulursak ona sığınırız. Aynı zamanda naif insanlarızdır. Minibüs şöförüne sesimizi bir seferde duyuramadıysak eğer, ikinci kez seslenmeyiz. Bir kez daha duruncaya kadar devam ederiz. Böylelikle, fazladan çok yürümüşlüğümüz vardır. Peki ya sizce, bu kadar fazladan yürümüş insanın pişmanlığı var mıdır?
Görmek istediğimiz gibi görürüz, hissetmek istediğimiz gibi hissederiz. Bu yüzden, "Öyle demek istememişti aslında" gibi, "Yanlış anladım" gibi saçma şeylerle avunur, sahte bir erinç arar ve bulursak ona sığınırız. Aynı zamanda naif insanlarızdır. Minibüs şöförüne sesimizi bir seferde duyuramadıysak eğer, ikinci kez seslenmeyiz. Bir kez daha duruncaya kadar devam ederiz. Böylelikle, fazladan çok yürümüşlüğümüz vardır. Peki ya sizce, bu kadar fazladan yürümüş insanın pişmanlığı var mıdır?
1 Aralık 2011 Perşembe
olurlar ve olmazlar içindeki iyi ki varsınlar.
bugünün tarihini bir yere yazdım. çünkü bugün hayatımın en güzel hediyesini aldım... benim çok ince, çok narin, çok düşünceli bir sevgilim var. ne olduğunu söylemeyeceğim. bana kalsın. onunla ilgili yazılar da yazmıyorum zaten, bu ilk olacak. hayatımda çok az "bu sefer başka" demişimdir. demeyi de sevmiyorum. tutarsızım, kafası çabuk karışan, çok sıkılgan, umursamaz bir adamım ben. ama değişiyorum. kendi evrimime şahit oluyorum onunla.
farklı konularda kurduğum belki on binlerce uzun cümle vardır. ama konu o olunca, değişiyorum. iki kelimenin içine sığıyorum eğer onunlaysam. şunu söylüyorum: seni seviyorum. eğer değilsem, sadece "seviyorum" diyorum kendi kendime. geri kalan bütün kelimelerin anlamları boşa çıkıyor, çöp oluyor. onu yaz mevsiminin unuttuğu, kışın bir günlük sürpriz yaptığı güneşli bir gün gibi seviyorum. her saniyesi dolu, sıcacık, iç rahatlatan bir gün gibi. ve onunla, bu birgün'ler aylara uzuyor. uzun uzun gülüyorum içime içime.
üstelik, tuhaftır; o yanımda yokken de kahkahalarımdayım. bir yüz ifadesi, bir gülücüğü, bir dokunuşu geliyor aklıma. sanki elleri saçlarımda dolanıyor aniden. yatağıma uzandığımda o'nu düşünerek uyuyorum. eminim ki, hiçbir milyarder benim gibi mutlu uyuyamıyordur. o'nu bazen bir çift kiraza, bazen bir lokma ete, bazen sıcak süte benzetiyorum. sonu gelmeyecek bir şeymiş gibi bir his. ne zaman ayrılmak zorunda olsak, ellerimi yüzünde unutuyorum.
ve bazen, onun etrafta olmadığını bildiğim halde onu görür gibi oluyorum. elleri yettiği kadar uzayacak ve gözlerimi kapayacak gibi. ve uyanınca bazen, ya da oturunca kendi kendime, kokusu geliyor burnuma. ve ona, onu ne kadar sevdiğimin sadece azıcığını anlatıyorum. ve o, yanılıyor.
ve bazen de kızıyor bana. ben de ona kızabiliyorum. en sonhazırladığı sürprizi arkadaşımızın arabasında unuttuğum için kızdı. ama olsun: iyi de oldu. evde en güzel yere koyacaktım ama, yarın dünyanın en şanslı adamı olduğumu arkadaşlarıma da gösterebileceğim... :)
farklı konularda kurduğum belki on binlerce uzun cümle vardır. ama konu o olunca, değişiyorum. iki kelimenin içine sığıyorum eğer onunlaysam. şunu söylüyorum: seni seviyorum. eğer değilsem, sadece "seviyorum" diyorum kendi kendime. geri kalan bütün kelimelerin anlamları boşa çıkıyor, çöp oluyor. onu yaz mevsiminin unuttuğu, kışın bir günlük sürpriz yaptığı güneşli bir gün gibi seviyorum. her saniyesi dolu, sıcacık, iç rahatlatan bir gün gibi. ve onunla, bu birgün'ler aylara uzuyor. uzun uzun gülüyorum içime içime.
üstelik, tuhaftır; o yanımda yokken de kahkahalarımdayım. bir yüz ifadesi, bir gülücüğü, bir dokunuşu geliyor aklıma. sanki elleri saçlarımda dolanıyor aniden. yatağıma uzandığımda o'nu düşünerek uyuyorum. eminim ki, hiçbir milyarder benim gibi mutlu uyuyamıyordur. o'nu bazen bir çift kiraza, bazen bir lokma ete, bazen sıcak süte benzetiyorum. sonu gelmeyecek bir şeymiş gibi bir his. ne zaman ayrılmak zorunda olsak, ellerimi yüzünde unutuyorum.
ve bazen, onun etrafta olmadığını bildiğim halde onu görür gibi oluyorum. elleri yettiği kadar uzayacak ve gözlerimi kapayacak gibi. ve uyanınca bazen, ya da oturunca kendi kendime, kokusu geliyor burnuma. ve ona, onu ne kadar sevdiğimin sadece azıcığını anlatıyorum. ve o, yanılıyor.
ve bazen de kızıyor bana. ben de ona kızabiliyorum. en sonhazırladığı sürprizi arkadaşımızın arabasında unuttuğum için kızdı. ama olsun: iyi de oldu. evde en güzel yere koyacaktım ama, yarın dünyanın en şanslı adamı olduğumu arkadaşlarıma da gösterebileceğim... :)
14 Eylül 2011 Çarşamba
bir şeylerden emin olmak için başvurulacak bir metafordur kutup yıldızı

hiçbir şey şimdilik. istanbuldayım. tatil dönüşü saldım kendimi bir balon gibi. o yüzden dolanmaya başladım. bol bol yürüdüm, temiz hava aldım. arkadaşlarımla buluştum. sinemaya gitmek istedim ama henüz beceremedim. güzel yemekler yedim. tıkıntı'yı, portekiz yemeyi özlediğimi farkettim.
kalabalık otobüslere bindim. çok sıcaktı. bol bol su içtim. kedi sevdim bir kere. bol bol uyudum. ama genelde kötü uyandım. takvime hiç bakmadım, saati hiç kontrol etmedim. bol bol okudum. biraz da yazdım. birkaçını paylaştım, çoğunu saklıyorum.
bu arada saçlarımın yağlanmasını da kafama takmıyorum. son birkaç gündür burnumu bile dışarı çıkartmadım.
sanki yüzüme bi hüzün yapışmış, çıkmıyor.
bi de kitabımın birine kahve döküldü. ona ayrı üzüldüm.
gözlüklü insanları daha samimi bulduğumu farkettim. ve aslında anlatmak ve konuşmak için ne yapıyorsun diye sorulması gerektiğini farkettim. iyi ki sordun.
bir gece de yıldızları izledim balkonda. hiç kıpırdamadılar. ama öyle bi hissi vardı ki, gözlerimi kapasam, yüzümü çevirsem sanki uzayın o derinliğinde kaybolacaklardı. sanki hırsızlık yaparlarken yakalanmış gibilerdi. bu arada ne tuhaf değil mi? sen de ben de olduğumuz yerden kutup yıldızını görüyoruz... bir şeylerden emin olmak için başvurulacak bir metafordur kutup yıldızı. güvenilirdir, aldatmaz. hep oradadır. bi de saçlarımı kestirdim. çok güzel oldu. ama hiç fotoğraf çektirmedim. bu aralar, dediğim gibi, sanki gülmek yakışmıyor. sebebini bilmiyorum. tuhaf günler yaşıyorum.
umarım geride kalan her şey gibi bu günler de geride kalacaktır.
mutlu olmana çok sevindim bu arada. çünkü bunu hakediyorsun...
böyle işte.
13 Eylül 2011 Salı
yedi kişilik cenaze ve sepya fotoğraf.
sepya bir fotoğrafı vardı.
boynunu bükmüş, saçları parlıyor.
sanki içinde değil gibi fotoğrafın
yüzü düşük,
sol eli yüzünde,
başını bir cama yaslıyor.
masasında dururdu.
kendiyle göz göze geldiği tek fotoğraftı.
eylül ortası öldü
aldılar, yıkadılar, gömdüler.
sıradan bir seramoniydi gidişi.
cenazesinde yedi kişi vardı.
doğup büyüğümüz
sonrasında öldüğümüz gerçeğini anlatıyordu bize.
sıradan bir gidişti.
burnu bile kanamadan ölmüştü.
yaşı 28.
hikayesi anlatılsa arada kocaman boşuklar olur
insanların dolduramayacağı boşluklar.
kedilerin, kalabalıkların, arabaların ve denizlerin de.
"bir şey bırakmak gerek giderken" diyordu hep.
bir mektup bıraktı.
okunsa belki insanlık kurtulur, medeniyete ererdi.
tek odalı evinde astı kendini.
yaşı 28.
sayınca hemen bitiyor değil mi?
yaşayınca da öyledir, eminim.
o fotoğraf geliyor şimdi aklıma.
sepya.
tek fotoğrafıydı zaten.
sonradan anladım ki, kendiyle konuşuyordu.
saçları parlıyordu, saçları ne güzeldi.
o kadar sıradandı ki, tanrıya vereceği bir hesabı yoktu
yedi kişi gömdük.
saysan yedi günü üst üste güzel geçmemişti.
sanki yedimizin çoğu
o mezarın başında fazlalıktı.
Gökmen Kaya
boynunu bükmüş, saçları parlıyor.
sanki içinde değil gibi fotoğrafın
yüzü düşük,
sol eli yüzünde,
başını bir cama yaslıyor.
masasında dururdu.
kendiyle göz göze geldiği tek fotoğraftı.
eylül ortası öldü
aldılar, yıkadılar, gömdüler.
sıradan bir seramoniydi gidişi.
cenazesinde yedi kişi vardı.
doğup büyüğümüz
sonrasında öldüğümüz gerçeğini anlatıyordu bize.
sıradan bir gidişti.
burnu bile kanamadan ölmüştü.
yaşı 28.
hikayesi anlatılsa arada kocaman boşuklar olur
insanların dolduramayacağı boşluklar.
kedilerin, kalabalıkların, arabaların ve denizlerin de.
"bir şey bırakmak gerek giderken" diyordu hep.
bir mektup bıraktı.
okunsa belki insanlık kurtulur, medeniyete ererdi.
tek odalı evinde astı kendini.
yaşı 28.
sayınca hemen bitiyor değil mi?
yaşayınca da öyledir, eminim.
o fotoğraf geliyor şimdi aklıma.
sepya.
tek fotoğrafıydı zaten.
sonradan anladım ki, kendiyle konuşuyordu.
saçları parlıyordu, saçları ne güzeldi.
o kadar sıradandı ki, tanrıya vereceği bir hesabı yoktu
yedi kişi gömdük.
saysan yedi günü üst üste güzel geçmemişti.
sanki yedimizin çoğu
o mezarın başında fazlalıktı.
Gökmen Kaya
10 Eylül 2011 Cumartesi
21. yüzyılda otobüslerde uyumaya devam ediyoruz
ağaçlar yeniden ayaklanıyor.
eski bir küfür tekrar dilleniyor...
siyah beyaz bir filmin ortasında,
kahverengi yapraklar dökülüyor.
ne olursa olsun, sen siyah görüyorsun.
bir karışıklık,
bir kalabalık,
bir otobüs daha doluyor.
herkes yorgun.
zaten, ne zaman yorgun değiliz ki?
bir çerçeveden bakıyorum dışarıya
beni düzeltecek tek şey sensin.
ne bu gürültü,
ne bu karmaşa...
sanki gelsen düzelecek her şey.
tek sorunumuz bu.
toplumca olmasa da,
bireysel bir mutluluk duyacağım.
gelsen ne güzel olur.
ama gelmiyorsun...
haklısın, sen de yorgunsun.
zaten, ne zaman yorgun değiliz ki?
eski bir küfür tekrar dilleniyor...
siyah beyaz bir filmin ortasında,
kahverengi yapraklar dökülüyor.
ne olursa olsun, sen siyah görüyorsun.
bir karışıklık,
bir kalabalık,
bir otobüs daha doluyor.
herkes yorgun.
zaten, ne zaman yorgun değiliz ki?
bir çerçeveden bakıyorum dışarıya
beni düzeltecek tek şey sensin.
ne bu gürültü,
ne bu karmaşa...
sanki gelsen düzelecek her şey.
tek sorunumuz bu.
toplumca olmasa da,
bireysel bir mutluluk duyacağım.
gelsen ne güzel olur.
ama gelmiyorsun...
haklısın, sen de yorgunsun.
zaten, ne zaman yorgun değiliz ki?
9 Eylül 2011 Cuma
kendine not tutan adamın karışık kafası
Sanki yüzüne tokat düşmüş. Moralin hep bozuk. Uçmaktan sıkılmış bir kuş gibisin. Oysa uçmaktan nasıl sıkılır ki bir kuş?
Sanki yerinde sayıyorsun. "Üzülme, geçecektir" diyorlar, inanmıyorsun.
"Sen bilirsin" demek isterdim. "Dinlen istersen, bak bir etrafına, dolaş biraz kafana göre" demek isterdim ama dinleyecek halin yok.
Bıkmışsın. Belki de haklısın ama tamamen haklı olmadın hiç.
Elbet kalkacaksın düştüğün yerden.
Kalkış zamanını erkene alsak biraz, çok mu sendelersin sonra? Bence hayır.
İyi düşünürsen iyi olur ancak. Sen de iyi düşün bence.
Ayrıca, bu kadar ince giyinmekten vazgeç artık.
Havalar soğudu. Seni senden başka düşünen yok.
Derin bir nefes al, sonra yüzünü yıka ve sokağa çık. Temiz hava her zaman iyidir.
Üstelik, faydası yok bunun. Böyle olmanın, böyle davranmanın, günde 3-5 kere içmenin, kahvaltıyı birayla yapmanın, zaman geçsin diye şaraba alışmaya çalışmanın, sigara içmeyi denemenin, kötü şeylere alışmak için zaman kaybetmenin gereği yok.
Yalnız bir şeyin gereği var, iyi olmak.
Biz iyi olalım, her şey iyi olsun.
Sanki yerinde sayıyorsun. "Üzülme, geçecektir" diyorlar, inanmıyorsun.
"Sen bilirsin" demek isterdim. "Dinlen istersen, bak bir etrafına, dolaş biraz kafana göre" demek isterdim ama dinleyecek halin yok.
Bıkmışsın. Belki de haklısın ama tamamen haklı olmadın hiç.
Elbet kalkacaksın düştüğün yerden.
Kalkış zamanını erkene alsak biraz, çok mu sendelersin sonra? Bence hayır.
İyi düşünürsen iyi olur ancak. Sen de iyi düşün bence.
Ayrıca, bu kadar ince giyinmekten vazgeç artık.
Havalar soğudu. Seni senden başka düşünen yok.
Derin bir nefes al, sonra yüzünü yıka ve sokağa çık. Temiz hava her zaman iyidir.
Üstelik, faydası yok bunun. Böyle olmanın, böyle davranmanın, günde 3-5 kere içmenin, kahvaltıyı birayla yapmanın, zaman geçsin diye şaraba alışmaya çalışmanın, sigara içmeyi denemenin, kötü şeylere alışmak için zaman kaybetmenin gereği yok.
Yalnız bir şeyin gereği var, iyi olmak.
Biz iyi olalım, her şey iyi olsun.
8 Eylül 2011 Perşembe
13 iken yalnızlığa bakmak
taşın üstünde oturup sokağa bakıyordum.
insanlar, çöpler, arabalardı gördüklerim...
biçimsiz bir yalnızlıktan çıkmıştım,
yüzümdeki yastık izi günlerdir aynı yerde...
belki de, bilmediğim bir yanlışta ısrar ediyordum
ara sıra da simit yiyordum.
bir vapur daha kalkıyordu.
bu on dokuzuncuydu.
çıktı geldi sonra.
sarı bir elbisesi vardı
beyaz da bir suratı...
anlattı bir şeyler,
o da yalnızmış benim gibi.
sadece şeklimiz farklıydı, belki de hikayelerimiz...
sarı elbiseli kız, telaşlı telaşlı anlatıyordu olanları
sonra bir ses duydum:
"eve gel" diyordu.
"en azından seni düşünen bir annen var" dedi sarı elbiseli kız.
sonra da gitti.
13 yaşında yalnızlık diye bir şey olmadığını
ben böyle öğrendim işte.
insanlar, çöpler, arabalardı gördüklerim...
biçimsiz bir yalnızlıktan çıkmıştım,
yüzümdeki yastık izi günlerdir aynı yerde...
belki de, bilmediğim bir yanlışta ısrar ediyordum
ara sıra da simit yiyordum.
bir vapur daha kalkıyordu.
bu on dokuzuncuydu.
çıktı geldi sonra.
sarı bir elbisesi vardı
beyaz da bir suratı...
anlattı bir şeyler,
o da yalnızmış benim gibi.
sadece şeklimiz farklıydı, belki de hikayelerimiz...
sarı elbiseli kız, telaşlı telaşlı anlatıyordu olanları
sonra bir ses duydum:
"eve gel" diyordu.
"en azından seni düşünen bir annen var" dedi sarı elbiseli kız.
sonra da gitti.
13 yaşında yalnızlık diye bir şey olmadığını
ben böyle öğrendim işte.
2 Eylül 2011 Cuma
ben:
ben seninle,
bir gün aynı küvete girebilme ihtimalini sevdim.
bir gün aynı küvete girebilme ihtimalini sevdim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)