27 Şubat 2010 Cumartesi

Sudan çıkmış balık

Kasabaya taşınalı üç ay olmuştu. İnsanlarla iyi geçiniyor, çiftliğime bakıyor, kır gezmelerine gidip, akşamları çardağımda rakı içiyordum. En güzel mehtap önümde, en güzel şiirler elimde, kendi kendime, kendi halimde...
Bunun hayalini kurarak kaybettiğim zamanlar kendime helal ettiğim zamanlardan.
Neyse, gündeliğe alıştığım, insanlarla mangal yaktığım geceler birbirlerini kovalıyordu. Tek sıkıntım, göl tarafında toplanan insanların balıklara yaptığı işkenceydi. Hayvanlara da kötü davranıyorlardı...
"Yeni olmak" böyle yerlerde insanların karşılaşabileceği en kötü şeylerden. O yüzden balık tutuyordum bende.
Her tuttuğumu geri atıyordum... Garip geliyordu herkese ama, bilmedikleri şeyler vardı. Balık hafızası 5 saniye, kancalar canlarını acıtmıyor, çabuk ölüyorlar gibi inançlar yıkılması gereken tabulardandı. Balıkların canı acıyordu çünkü... O yüzden, öğütler gibi, öğretmeye niyetleniyordum tuttuğum balıkları geri atarak tekrar yakalanmamayı. Sürdü bu. Üç ay, o kadar çok balık yakalayıp, o kadar çok geri atmıştım ki anlatamam. Ve, bana inanmayanların, bana gülen insanların, artık oltaları ellerinde, üzgün üzgün evlerine döndüklerini görüyordum. Kova kova balık taşıdıkları günleri birbirlerine anlatıyorlar, beni kötülüyorlardı.
Balıklar ise nispet yapar gibi yukardan bakıldığında salına salına yüzüyorlardı.

Bunu öğretmiştim onlara çünkü, sudan çıkmış balık nasıl olunuyordu, 3 ay önce biliyordum...


Arkadaşlar, gerçekten deneyin. Düşünün sudan çıkmış bir balık olmayı. İnsan çok rahat girebiliyor o psikolojinin içine...

26 Şubat 2010 Cuma

Volkan KONAK

Kuzeyin Oğlu. Can, yürek, şah damarı. Böyle bir keyif yok, böyle bir neşe, böyle bir sarhoşluk yok. Dinlerken, izlerken, şiirlerine, şarkılarına katılırken, ıslık çalarken şarkılarına... Yok böyle bir yürek hissi.

Sanatçı budur işte, aydın, cesur, mert, dürüst, müzik yapan, paylaşımcı, yüreğini ortaya koyan...

Kıt kelimelerle anlatılmaya çalışıp tıkandığın kişidir gerçek sanatçı. Böyle döne dolaşa aynı kelimeleri söyletendir.

Volkan Konak, candır.

25 Şubat 2010 Perşembe

İnsanın kendini tarif edemediğine şahitlik

*Duvara dayalı şekilde unutmuşum elimi. Koşuyorum bir yandan. Ellerim kanıyor, derim soyuluyor, kemiklerim kıvılcımlanıyor.

*Bu sessizlik o yüzden işte. "Nedendir bilmiyorum" değil, biliyorum. Yapacak ne var ama?

*Limit aşımına uğramış bir kalp, en sessiz çağlarını yaşayan bir kalp, kendi içinde kendisine bir yoldaş yaratmaya çalışan bir kalp.

*Deli gibi eğlenmek istiyorum. Sonra bir kapı çalmak... Bir kızın açmasını istiyorum o kapıyı. Girmek içeri, kapatmak ağzını, anlatmak kendimi... Düzeltmek her şeyi... Yanlış bildiği her şeyi değiştirmek. Günahsız olmadığımı ama hata yapmayı sevdiğimi anlatmak. Zayıflıklarımı, üzüntülerimi, hislerimi belki. Konuşmayacak, konuşursa sesinden etkileneceğim biliyorum. Sonra bir şarkı dinlemek onunla. Öpmek son kez, ölmek arkasından...

*Mekanlarla insanları bağdaştırdım. Yeni bağdaştırmadım, hep böyleydi... En güzel yerlerde en güzel kişiler yok maalesef.

*Kelepçeler gömdüm mezarına. Bir şiir okudum kan damlayan parmağımdan mezarını göstererek. Attila İlhan 34 FN 346. O şiirdeki kan ile birleşti kanlarımız.

*Hata yapmaktan yorulan insan yanlış yapmaya mahkum adamdır.

*Saçmaladığım için özür dilerim.

Bu yazıyı ne zaman okursanız okuyun, iyi geceler diliyorum..

19 Şubat 2010 Cuma

Zülfü Livaneli'yle Siyaset Meydanı... Alpay Erdem ile röportaj....


Nefes alamıyorum kaç gündür. "Gökmen ne yapıyorsun?" diyorum kendi kendime. Dün yani 18 Şubat günü için Alpay Erdem ile sözleşmiştim. Okuyucular bilir, asıl röportaj geçen hafta olacaktı ama talihsizlikler yüzünden erteledik. Dün işte "beklenen" röportaj gerçekleşti. Nasıl mıydı? Harika geçti... Çok hoş sohbet. Zaten okuyan bilir az çok. Ya da tahmin edebilir...
Röportaj içeriği hakkında çok konuşmuyorum çünkü günü gelince okulun sitesinden paylaşacağım... Ondan önce de gazeteye girmesi gerek tabii.

O günün gecesi. Şöyle oldu öğlen; Üstad'ın arkadaşıymış "Veda" filminde Atatürk'ün son halini oynayan adam. Adam diyorum çünkü kendisi bir oyuncu değil, gazeteci... İsmi de Burhan Güven. Neyse, "Akşam Siyaset Meydanı için burda, git görüş, randevu al, zaten benim arkadaşım..." dedi. Ben de akşam Alpay Erdem röportajım olduğu için yetişememe korkusuyla Funda'ya topu attım. Onun da gidip gitmeyeceği belli değildi akşam Siyaset Meydanına... Olay kaynamak üzereydi. Alpay Erdem'in gösterisine kalamadım o yüzden. Direk olarak Beşiktaş'a geçiyordum ki, bir baktım Funda'da durakta. Beraber geldik Beşiktaş'a salona girdik...

Ara verildiğinde Burhan Güven ile telefonlarımızı alıp verdik. Pazartesi için sözleştik. Funda ile kesin konuşmuş değilim ama sadece fotoğraf çekeceğim sanırım.
Neyse artık, en önemli olayı anlatmak için sabırsızlanıyorum...

Zülfü Livaneli'yi hepiniz tanırsınız. Düzgünlüğü, sadeliği, adamlığı, doğruluğu... İnsanın içinde barındırması gereken tüm erdemleri barındıran nadir insanlardan olan Livaneli... Dün atladım sahneye, gittim yanına, "Sevgiler hocam" dedim. Kocaman da güldüm. O da güldü, "Sevgiler" dedi... Fotoğraf istedim ve çekildik.


Böyleydi işte. İki güzel iş, arka arkaya... Sanırım düzlüğe girecek hayatım tatilden sonra. Girsin de zaten. Ah güzel gün ah...


Zülfü Livaneli fotoğrafını paylaşmıyorum. Ama Alpay Erdem röportajından bir kare paylaşıyorum. Ne yazık ki kötü çıkmışım...

17 Şubat 2010 Çarşamba

Eşikleri geçemeyenler...

Kaç yaşında olmak isterdim? İnsan bazen eşiklerden atlıyor. Kararsızlıklar içinde ya bir an önce büyümek istiyor ya da çocukluğundaki masumiyete sonuna kadar teslim olmak istiyor. Az önce bahsi geçti ve gerçekten düşündüm. Hangi yaşta olmalıyım?

Aslında insanı eşiklerden eşiklere atan şey insanın içinde bulunduğu durum. Düne kadar işine arabasıyla gidip gelen, bir masası olan, emrinde muhabirlerler olan bir editör olmak isterdim... Uyandım... Sanki 11 yaşındaymış gibi yüzümü yıkamaktan kaçar gibi, ilkokula yeni başlayan 7 yaşındaki çocuk gibi, yataktan çıkmak istemeyen yorgun bir üniversiteli gibi...

Aslında uyarılmam gerekiyormuş farkına varmam için bunun. Kendime kapılar açmalıyım şimdi. Sanıyorum ki en çok farkında olduğum şey bu. Çünkü "bu" zamanın farkındalıkları ile geçilmedi "o" yaşlar... Geçmişi özlemek ve iyi bir geleceğe uzanma çabasının biliyoum ki "tam" ortasındayım. Ne geri gidebilirim, ne ileri...

Kısacası, içinde bulunuğu zamanı yaşamalı insan. En dolusundan, en gözü açık şekilde...

Böyle yaşamalı...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Atatürkçü blog yazarlarına çağrıdır...

İsteğimdir. Kırmaz iseniz çok mutlu olurum... Atatürk'ü neden seviyorsunuz? En çok neden minnettarsınız? Fotoğrafını gördüğünüzde ne hissediyorsunuz...

Bunlar yanıtlanması gereken sorular değil. Sadece örnektir.
Yazacağız şeyleri kendi sayfanıza yazarsanız daha edici olur. Zaten birbirini takip eden arkadaşlar kimin ne yazdığını görüyor. Yazının sonuna ise bu zincire bir hatırlatma eklerseniz "sende yaz okuyucu" diye, daha daha makbule olur

Sevgiler hepinize..

Hangi yıldayız?

Nefret ettim. Ayakkabılarım çalındı kapının önünden. Ne kadar kötü düşününce...
Büyük şerefsizlik gerçekten... Gitti emektarlarım...

Üzüldüm...

Sevgililer günü...

Tüm eski sevgililerimin ve Galatasaray'a ve sarı-kırmızıya aşık tüm taraftarların sevgililer günü kutlu olsun.

13 Şubat 2010 Cumartesi

Boynun tutulacak geçmişe bakmaktan

Aşağıdan bir çekiç sesi geliyor. Önüm 400 metre yol ve o yolun bitiminde ikiye ayrılan başka bir yol. Arabalar, insanlar, tanımadığın suratlar... En yakın semtinde tanıdık bir yüz görmek güldürür seni. Bir selam, bir güler yüz... Arıyorsun sende. Başladığı yere döner insan her zaman. Sen, başladığın yere dönmek istiyorsun ama orada kimse tanıdık değil. Ve, herkes ben değil orada. "Bir kez yıkandığın nehirde yıkanamazsın bir daha" derken haksız mıydı Heraklitos ?

Öyle değil işte. Döndüğünde uzun saçlı kız, çok başka birisi olacak. Belki ben hiç çalamayacağım o tahta kapıyı, demirliğin arasından müsait elimi geçirip.

Öyle değil işte. Bir daha o kıvır kıvır saçlı kıza bakamatacağım arkamı defalarca dönüp.

Öyle değil. Defalarca yüzüne baktığımda kendi yüzümden utandığım kıza bakamayacağım o gözlerle ve yüzle. Belki aynı yüzü bile göremeyeceğim baktığımda.

Değil işte. Bunlar gibi, yüzlerce şey var arka arkaya gelen, olan, olmaya devam edecek olan.

Bir araba daha geçti.
Yağmur az önce durdu.
Sokaklar kuruyacak.

Akacak hayat ve senin arkaya bakmaktan boynun tutulacak. Yüzlerce insan olacak arkandan gelip önüne geçecek olan.

İşin kötüsü, arkaya baktıkların bile olmayacak hayatında...

Onları görmek için bile kafanı çevirmek zorunda olacaksın ama...

11 Şubat 2010 Perşembe

İçimde patladı...

Cici dergisinin kapanması üzerine bir yönetim görüşmesi engeli... Gökmen iptal, röportaj da 1 hafta ertelendi... Geçmiş olsun...

Röportaj yolları taştan...

Gökmen boş durmuyor. Harbiden tatil falan demeden didindiğimi fark ettim. Çalışmalarım meyvesini verdi, bu akşam Uykusuz yazarı Alpay Erdem'le röportajım var.


Bir sevinç duyurusudur.

Hayat içinden çalındı mı hiç?

Hayatı çaldılar mı içinden hiç senin? Heyecanlarını gözlerinden alıp, başka bir ele bıraktılar mı? Buz gibi bir umut muydu soğuk tutan parmak uçlarını?

Sen de bilmiyorsun. "Sevap kazanmak için" değil mi aldığın nefes ile ısıttığın bir kadın eli? Aldığın oyuncak oğluna, uçak hani, plastik olan...

Yaşıyorsun insan.
Sevaplarım günahlarımdan çok olsun diyorsun. Olmaz işte.

Bilmediğin günahların var. Seviyorsun, sevmiyorlar. Sevmen günahtır aslında seni sevmeyeni. Kendine işlediğin bir günah...

Bir cinayettir ayrıca.

Günahtır bunlar. Sana göre bunlar günahtır.

Ama ona göre, buna göre değildir günah bunlar.

Allah'a inanmamak günah değildir onlar için. İçki içmek günah değildir.

Bir kadın çağırıyor da gitmiyor isen, odur günah!

Yaşayacaksın insan. Önünde bir pul dağılana kadar yaşayacaksın. Bir nefes, bir ses, bir görüntü kaybolana kadar.

O görüntü zaten, tek görüntü olacaktır hayatında olan o güne kadar.

Ve, haklıdır Oscar Wilde: herkes, öldürecektir sevdiğini.

9 Şubat 2010 Salı

İyi ki doğdun Didem!

Okulun Atatürkçü Düşünce Kulübünde tanıştık. Böyle sessiz sakin oturur, bişeye karışmaz, ne denirse başıyla onaylardı... Çirkef olduğunu, millete nasıl çemkirebildiğini gözlerimle sonradan gördüm. Her iyinin içine saklanırmış ya bir kötü, yadırgamadım... "İyidir yinede" dedim. Gel zaman git zaman, yakınlaştık.. En güzel çayı, en güzel hazır çorbayı, en güzel salçasız makarnayı, en güzel içip tadına bakamadığım türk kahvesini o yaptı. En güzel cipsi de seçti. Çaydanlığı en güzel o taşıdı. Benimle KFC'ye o geldi hep. Laf arasında da olsa, hissettirmeye çalıştım ona hep değerini... Son 3 ay içinde birbirimizi görmediğimiz gün sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Ders arasında, ders çıkışlarında, kahve içmelerde, Umut'uma gitmelerde, içmeye gitmelerde, Çanakkale yollarında hep oldu.

Boşaldığı zaman içimi silip süpürecek bir yer kapladı Didem. Az zamanda güven, sadakat, arkadaşlık, dostluk, iyilik sağladı.

Annesini kesinlikle es geçemeyiz! İkinci annem o benim! Gül annem! Ailenin ne kadar önemli olduğunu, bir çocuğun annesinden "iyi" etkilenip, en güzeli ve en doğruyu öğrenmesinin imkansız olmadığını öğrendi. Pamuk gibi annesi olup, ona dakika başı bağıran evlatların yüzünü kızartacak bir çocuk oldu. Bu Didem'i de tanıdım ben.

Sanırım sadece öğrenci Didem'i tanımadım. "Çalıştım" derdi hep. Bir kez bile görmedim. Okula gidilse görülebilir ki, kimse Didem'den not istemiyor...
Neyse, uzatmayalım, çemkirmesin.

Unutuyordum... Didem tam bir gebeştir. Formülize ettiğimde g5 olarak çevirmiştim. O bu harfi ve numarayı çok iyi bilir.

Böyledir Didem. Bunların dışında komiktir, sevecendir, sıcaktır, samimidir, düşüncelidir (sanırım en çok bu yönünü seviyorum)...

Bugün doğum günü O'nun. İyi ki doğdun canım.. İyi ki varsın buralarda.
Gerçi şu an memleketinde, İzmir'de, uzaklarda... "Az kaldı gelmeme farzediyorum" diyor. Geçen gün de, "Geleyim içicez heee" diyordu. 11-12 gün var daha gelmesine. Sanırım içini ferah tutmaya çalışıyor.

Ama gelsin. İstanhul, ben, Ece, Emil, Umut... Çok özledik.

7 Şubat 2010 Pazar

Hüzünlü sevişgenler

terin sandın yüzümden akanları,
gözyaşlarımdı onlar...
omuzlarıma, boynuma düşürdüğün kıvılcımlar,
kıvılcımların izleri ve sıcaklıkları var...
ve parmakların olmadılar hiç vücudumda gezenler..
kayıp bir kent insanıydılar, yol bilmeyen, yanılan sürekli...
öylesine dolaştığı bir sokakta gördüler başka ayak izlerini...
ve kalbime değerken kırmızı kurdalesi,
aralarına giren bir küçük resim miydi, resmin gölgesi mi...
rüyaydı bir kısmı,
sona yaklaşan bir nehir gibi hızlıydı herşey...
bir solukta galip, bir solukta memnun gülüyorduk ötekimiz...
aşkta severek sevişmek yoktu ama
sevişirken aşktı olan...
bir sonucu vardı son noktada: iki mutlu, bir mağlup...


Gökmen Kaya

Mutluluk için...

Zeynep'i gördüm az önce. Msn'de online oldu. İletisinde de "Mutluluk ayaklarımın dibinde" yazmış. "Eğilecek misin?" dedim, "Ne için?" dedi... "Mutluluk için" dedim... "Mutluluğun bedelidir eğilmek" diye de ekledim. "Eğilirim" dedi...

Hayatta mutluluğu hak eden ve isteyen bir insan tanımanın ve mutlu olmak için gerekeni yapabilecek birisini "net olarak" anlayabilmek şerefine nail oldum.

5 Şubat 2010 Cuma

Yalnız yaşamaya çalışan adam...

İzmir'de üniversite kazanmıştım. Kazandığım an dahil olmak üzere, bir sene boyunca sürekli çıkacağım evi düşündüm çünkü ilk senem yurtlarda geçmişti. Bir sürü arkadaş edindim kendime yurtta. Kiminin diş macununu, kiminin şampuanını, terliğini falan isteye isteye herkesle arkadaş olmuştum. Oda arkadaşımın adı Kenan'dı. Sürekli ekonomi kitapları okuyor, hayat üzerine düşünüyor, kendi söyledikleriyle çelişiyordu. Bir gün, "Abi, ilişkilerde şunlar şunlar çok önemlidir. Böyle yapacaksın. Özgürlük en önemli şeydir" falan filan diyor, sevgilisiyle yaşadıklarını günlüğüne yazıyordu. İstiyordu ki, her gün güzel geçsin, takılayim falan filan... Yine bir gün tam böyle konuşurken özgürkçü Kenan birden aslandan kediye bir mutasyon yaşadı. Ani mutasyon sürecini gözlerimle gördüm. "Ama sevgilim... Neden ki... Bence yanlış biliyorsun..." diye diye dil döküyordu. Onu kapanlara kıstıran, her dakika arayan, tuvalette bile rapor verdiren sevgilisine rağmen kendi kendine özgürlükçülük oynayan Kenan, kendine Fransız Devrimi'ndeki gibi yandaşlar, yoldaşlar hatta kitleler bulmayı planlıyordu. O yüzdendir ki, her doğrulanacak bir şey olduğunda kulağına ilk telefon dayanılan bendim. "Evet Aysuncum, tabiki canım, haklısın.. Kenan mı, yanlış biliyorsun, öyle bişey imkansız olmaz" diyordum. Bazen sıkılıyordum, sadece kafa sallıyordum... Tabi bu görünmüyordu. Sürekli "Gökmen, Gökmen alooooo" diyordu.
Bu arada Aysun, Balıkesir'de yaşıyordu. "İzmir'i kazanacağım" diyor, başka bir şey demiyordu. Çileden çıkıyordum. Çıktığım tüm çilelere de Aysun'la her konuştuktan sonra döneceğime dair söz veriyordum.
Acı tatlı, güzel, heyecanlı bir seneyi geride bırakıyorduk. Tatil olduğunda Kenan, Aysun'dan bir şekilde ayrılmıştı. Yurt odasının duvarlarında "Aysun" diye inleyen sözlerin yerine, artık hıçkırıklar yankılanıyordu.
Ne mutludur, ne güzeldir ki, bunlar da geçti. Sene bitmişti, eve çıkıyordum. Bu arada, yazar olmak hayali ile okuduğum edebiyat bölümündeki hevesim kaçmıştı. Toplasan 3 hikayem yoktu. Oysaki, sessiz sakin yerlerde çalışmak istiyor, bir şeyler üretmek, hocalarıma göstermek, yayın evlerinin kapısında aşınmak istiyordum. Olmuyordu ama olacaktı. Hep kendimi bu yönde tuttum. Dirayetimi bu koruyacaktı.
Okuldaki 2. seneme gelmiştim. Tatilde Kenan'ın ısrarlarını kıramayarak, onu bir türlü atlatamayarak eve beraber çıkma konusunda zorla da olsa ikna oldum. Bu arada Kenan'la normalde ayrı şehirlerde yaşadığımızdan haberdar değildik fazlasıyla. Meğerse Aysun İzmir'i gerçekten kazanmıştı. Sonradan olacaktı haberim ama, bütün ders notlarıma da talipti kendisi. Ayrıca, Kenan'la barıştıklarından haberim yoktu.
İkinci sınıfımdaydım, evimdeydim, her şey pembe gözüküyor, akraba çocukları kıskanıyor ve örnek gösteriliyordum. Zamanla Aysun geldi. Kenan hiç gitmedi ona. Hep Aysun geldi. Aysun'un gelmeleri gitmemelere dönüştü ve sürekli olarak etrafımda viyak viyak zıplayan, aynı çiçeğe konmuş arı gibi didinen, kreş çocuklarının oyuncak yüzünden ettiği kavgalar gibi tartışan, birbirine giren bir çift evime resmen yuva yapmıştı.
Önümde geçen seneden üç dosya kağıdı vardı, üçü de boştu...
Ben onlara bakarken, Aysun ağlaya ağlaya kendisini tuvalete kitliyordu....

4 Şubat 2010 Perşembe

Kar, bulut, deniz, yeşil, gri, kırmızı, şiir...

Asıl mesele kar değil aslında... Dün dışarı çıktım günler sonra... Denizi gördüm. Hiç bu kadar yeşil görmemiştim. Mavinin her tonunu Ölüdeniz'de derinlere yüzerken gördüm. Dünyanın en güzel suyuydu o. Ama bu başkaydı. Yemyeşildi.
Sonra ilerledim sahilde biraz, karşı kıyıyı karla kaplı gördüm. Kendi kıyısının karına böyle bakamıyor insan. Böyle uzaktan, yukarıdan... Süperdi. Karlar, binalar, çatılar, ağaçlar... Ve kuşlar tabiki... Uçuyorlardı ama sadece uçmak için değil, dans eder gibi. Karabatakları da gördüm. Resmen oyun oynuyorlardı suyun içinde yemin ederim!

Ya daha önce hiç bu gözle bakmamıştım, ya da böyle olmamıştı, yeşil, mavi ve kuşlar...
Akşam da gökyüzünü kıpkırmızı gördüm. Ölen güneş, gri bulutlar..

Ve ellerimde poşetlerim vardı. alışverişe çıkmıştım. İnsanı gerçekten mutlu ediyor. Kadınlara özgü bişey değil -miş... Gömlek aldım yine, bi de kot.. Akşam o yorgunlukla bir çay demledim.. Müziğimi açtım... Şiir bile yazdım dün ben... Belki ay olmuştur yazmayalı.. Hatta koyup koymama konusunda kararsız kaldım, kıyamadım en sonunda..

2 Şubat 2010 Salı

Eli mandalina kokan yazar

İstanbul'daydım. Yazar olmak için, gözlem yapmak için geldiğim şehirde bir otele yerleşmiştim. Kabul ediyorum ki, insanları ve çevreyi çok garipsemiştim. Resepsiyondaki adam köylüm çıkmıştı. Benim yazı yazdığım uzun gecelerin arasında ara sıra geliyor "Koçum mandalina ye, hava soğuktur" diyor, sonra yine gidiyordu. Benim üzerinde deli gibi uğraştığım biricik karakterlerimi piç etmişti kendi kendine. Hakan adlı karakterim mesela gül almak için evden çıkıyordu ama Recep abi yüzünden canı yolda çiğköfte çekiyor bir yerde yiyor, sonra çiçek almaya gidiyordu. Üstelik karakterlerim de Recep Abi gibi tam gavat olmuşlardı. Ağızlarına bir sakız atmayı akıl edemiyorlardı. Recep abi herşeyi değiştirmişti kısacası. Bazen an oluyor, selam veren insanlardan nüfus cüzdanlarını istiyordum. Üstelik o kırık dökük otelin lobisinde otururken, selam veren insanlara. Başbaşa oturup TRT seyrettiğimiz insanlara. Bir yandan da onların söylediklerine eğiliyordum. Ne derler, ne yerler ne içerler, ne konuşurlar. Kötü çıkan yemeklerden başka bişey söylemiyorlardı. "Sizden ilham olmaz, sktirin gidin!" dedim içimden. Neyse, sürekli yazıyordum ve altılıdan yatıyordum. Öyle bir dönemdi. Ama olsundu. Yazıyorumdu, çiziyorumdu. Aklımın almadığı bir nokta vardı: Altınarap atı neden birinci gelemiyordu hiç? Yem mi yemiyordu düzenli? Jokeyi kilo mu alıyordu itoğlu it. Bunu sürekli kafama takıyor bir yandan da yazıyordum. Hatta bir gün otelden çıkıp İstiklal caddesinde bir bara gittim. Recep abinin "havalar soğuk" diyerek verdiği mandalinalardan vardı iki cebimde. Tekini yedim. Baktım ki güzel, diğerini de yedim. Kabukları cebimdeydi ama. Söz vermiştim, sobanın üzerine koyacaktık. Neyse, bir bara girdim. Rock müzik var içerde. Kafasını sallayan onlarca adam. Siyah elbiseler falan filan. Leş gibi ter kokuyodu. Kafamı bi kaldırdım, her yer kocaman televizyon dolu. her televizyonda atlar koşuyor müzikle alakalı. Alakalı dediysem, ritm tutar gibi işte. Bir bira içtim. not defterimi çıkarttım, notlar alacaktım ama olmuyordu. Aferdersiniz ama kafam düdüklenmişti. Ve bütün atlar bana Altınarap'ı hatırlatıyordu. Onlar gibi koşamıyordu bir türlü hayvan. Neydi derdi. Avrupalı'nın atı koşturadursun, bizimkiler uyusun. Ne kötü. Neyse, Bursa'ya dönüş günüm yaklaşmıştı ve İstanbul gitgide benim için boşa akan bir musluk gibi duruyordu. Faydalanamamıştım. Sabahları Recep abinin sesiyle uyanıyor, öğlen mandalina yiyor, at yarışı seyrediyor, akşam kağıdı önüme koyup mal mal yazmaya çalışıyordum. Bir süre sonra otlede bir hareketlilik oldu. Otele bir kadın gelmişti. Nasıl anlatsam, benim yaşlarımda, güzel, bakımlı... Kumral, ela gözlü, kocaman dudaklı... Bu kadına aşık olacaktım. Yazar ve şahir ruhumla ön plana çıkıp kendisini etkilemeyi düşünmüştüm. Sonra vazgeçtmiştim ama yine de yapmıştım. Daha doğrusu yapmaya çalışacaktım. Bir gün kapısını çaldım, gözlüklerimi çıkarttım, güzel gömleğimi de giyinmiştim üstelik. Kapıya dayanmıştım. Diyeceğim ilk şey belliydi, "Günaydın". Peki sonra, sonra ne diyecektim? At yarışı oynar mıydı, mandalina sever miydi, hangi takımı tutardı, hiç rock bar'a gitmiş miydi acaba? Kapıyı çalarken "Ulan, günaydın diyeyim, gerisi gelir" dedim. Çaldım, kapı açıldı, Recep Abi geldi. "Çoraplarınla donların yıkamadan geldi. Bu delik donu hele nasıl giyiyorsun" dedi. Böyle elimi mis işareti yapar gibi yaptım. "Bak Recep Abi.." diyecektim, fırsat vermedi. Konuşmaya devam etti. Utandığım için ve nasıl yırtacağımı bilmediğim için (ki yırtacağımı yırtmıştım) o an don mevzusundan sonra "İğne iplik isteyecektim" dedim. "Yok" dedi, kapadı kapıyı. Başlamadan biten bir aşktı bu. Beni sevse, Veli Efendi'ye giderdik, İstiklal'de yürürdük, hani o gördüğüm bir çift sevgili vardı, kadın adamın arka cebine elini sokmuştu... Öyle bile yapardık. Düşünüyordum. Buradan yola çıktım. Süper bir erkeği kaybettikten sonra bir kadının başına gelenler konulu bişey yazacaktım. Delik donlarımı ve çoraplarımı aldıktan sonra ağlaya ağlaya odama gittim. Hemen başlamalıydım. Yüzümü silmek istedim, ellerim mandalina kokuyordu...

1 Şubat 2010 Pazartesi

Boşa oksijen..

Bu aralar tam gebeşim sanırım. Okulum tatil. Sabah 4'te yatıyorum, öğlen 1'de kalkıyorum. Kahvaltı, gazete oku, biraz tv izle... Saat oldu 4 zaten. O saatten sonra "Gün bitti" diyorum. Üst üste 3 gündür oluyor bu. 3 gün önce de kötüydü zaten bazı şeyler. İyi başladı, tuhaflaştı, tökezledi, yıkıldı sonra...

Ne kötü insanın kendisine söz geçirememesi. Bir yerde tıkanıyorum. Kendime de var, yalan değil. Ama daha çok karşımdakileri üzüyorum... Kimseye bir yararı olmayan insan, şunu diyor bir müddet sonra: "Neden yaşıyorum?"

Bu arada, kesinleşti ki, alttan ders bırakmıyorum. Fotoğraf makinam var elimin altında. Git, fotoğraf çek, arkadaşlarınla görüş, uyuşuk olma, kendine gel, bişeyler yaz, bişeyler üret... Yok ama. Sevmiyorum kendimi. Hasat yapıldıktan sonra dalda unutulmuş tek mandalina gibiyim.

Kendimden hiç memnun değilim açıkçası. Sinir oluyorum kendime. Biraz içip dağıtmam lazım.
Kitap okumam lazım. Bişeylerle uğraşmam lazım ! Sıkıldım !