25 Temmuz 2008 Cuma

Ben Gider....

Değerli arkadaşlarım ve blog'u takip eden değerli insanlar....
Yakınlarım ne kadar zor bir yıl geçirdiğimi biliyorlar.... Bir tatil hakkım... Hemde fazlasıyla....
25 Temmuz 2008 tarihinde Balıkesir/Gömeç'e doğru yol alıyorum...
Kendinize iyi bakınız.....

22 Temmuz 2008 Salı

1922-2008 Arası Türkiye Cumhuriyeti


"Türkiye'yi yok etmeye girişenler, ıslah etmek, uygarlaştırmak gibi bahanelerle, Türkiye'nin yönetimine sızmışlardı...

Bu düşüş, aczle başlamıştı. Türk halkının her nasılsa başına geçmiş insanlar, susmaya mahkûmmuş gibi, korkak ve mütereddittiler. Fikir adamları, kendi kendimize adam olma ihtimalimiz yoktur, diyordu. Onlar bizi idare etsin, diyorlardı. Bunun etkisinde kalarak, milletin de zihni bozulmuştu. Durumu düzeltmek için, insan olmak için, mutlaka Avrupa'dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa'nın emellerine uygun yürütmek, bütün dersleri Avrupa'dan almak gibi birtakım zihniyetler ortaya çıkmıştı... Oysa, hangi istiklal vardır ki, ecnebilerin nasihatleriyle, ecnebilerin planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir."

1922.

Mustafa Kemal


Yazı kaç sene önce yazılmış ? 86! Pekii bizim burada yazanları algılamamız için, doğruluğunu ispatlayabilmek için ne yapmamız lazım... kaç örnek yazabiliriz sizce ?
Sıksam kendimi yüz örnek bulurum çok rahat.
Mustafa Kemal diyor ki; Avrupa seni kara kaşın, kara gözün için sevmiyor. Yalan değil.
Etrafınıza bir bakın şöyle plazma girmeyen kaç ev kaldı, en son haberlerde gördüm pazara getirmiş satıyordu adam... Herkesin elinde dolaşan son model cep telefonları bile artık ilk okul çocuklarının elinde geziyor. ''Videofon'' diye bişey çıktı, İngiltereyi bile 5'e katladı satışlar !
Ne kadar merklıyız. Neden peki. Pazarlamadan. Bu tarz devam edersem eğer içtiğimiz türk kahvesinin neskafeye dönmesine kadar gider bu iş.. o yüzden kendimizi sıkmaya gerek yok.
Kendimizi beğenmeyip, kendi haberimizi beğenmeyip dış basından kendimizi takip adamlar var doğru habere ulaşmak için.
Gerçi bu söz gerçerliliğini toplum üzerinden çok büyük bir etkisi yok çünkü millet olarak sırtımızı batıya değil doğuya döndük.
Siyasi olarak ise bizi çok seven ve bize yol gösteren...
''AB'' nin uyum paketlerinden...
''İMF''nin borç defterlerinden...
''Ameraka''nın kapısından...
''Bildenberg Toplantıları''ndan başımızı kaldıramıyoruz... Çünkü memleketimizin Sosyal yapısını
Ekonomisini
Hayat standardını
Çiftçinin tohumundan,
Kamu binalarında aslılı olan Atatürk resimlerine kadar dışarıdan bakıyoruz herşeye.

Siz de görüyorsunuz ki; onlar bizi çok seviyor.

21 Temmuz 2008 Pazartesi

Gafilcan !


Ali Babacan haklı.

Bu ülkede Müslümanlar sıkıntıda.


*

Mesela, türban takmıyorsan, seni Müslüman'dan saymıyorlar...

Daha nasıl sıkıntı olsun?

*

Yalan söylüyor musun? Hayır.

Rüşvet alıyor musun? Hayır.

Ahalinin kıçında don yokken, sen parmağına kuru soğan büyüklüğünde, 70 milyar liralık yüzük takıyor musun? Hayır.

Vatanı sattın mı? Hayır.

Bırak şimdi bunları...

- Türban var mı, türban?

- Yok.

- Olmadı ki...

*

Normal insan evladı gibi flört edersen, bu ülkenin Diyanet'i seni "zina" yapmakla suçluyor... Ama, "dindarım" ayaklarıyla, 9 yaşındaki kızı koynuna alırsan, çıt çıkarmıyor! Üç eşin, dört eşin varsa, normal... Tek eşin varsa, "kerhaneci" diyorlar... "Dini nikáh"ımızı "prezervatif" haline getirdiler... Takıyorsun, her türlü rezilliği yapabilme özgürlüğüne kavuşuyorsun!

*

"Ruhban sınıfı yok" diye gurur duyardık... İmam olmayana su yok! Takkeli, takunyalı cahil cühelanın "kanaat önderi" diye, eli ayağı öpülüyor. Camilere tezgáh açıp, "zihin makinesi icat ettik" diye para tokatlıyorlar. Devleti yönetenler, "Davul Tozu Minare Gölgesi Holding"lerin açılışlarını yapıyor. "Faiz haram"sa... Dünyanın en yüksek faizi nerede?

*

Ali Babacan haklı.

"Samimi" Müslümansan eğer, şu anda dünyada dinimiz adına daha büyük sıkıntının yaşandığı bir ülke yok.


31 Mayıs 2008 Hürriyet Gazetesindeki yazısı ile ''Yılmaz Özdil''

Özdil böyle demiş... yalan mı demiş sizce ? Hayır tabi !!
Bu yazı yazdıldığında belki de Ali Babacan bizi AB'ye şikayet etmemişti. Çünkü o konuya pek değinmemiş ''üstad''... Ne demişti Ali Babacan, ''Ülkenin sadece azınlıkları değil %99 olan müslüman kısmı da ibadetinde sorun yaşıyor!''

Yaşar tabi ! Siz kimse cehenneme gitmesin istiyorsunuz. Hani varmış ya 'kapanmak' 'örtünmek' dayatıyorsunuz. Nasıl mı ?

Devlet dairesinde işe gircen ilk sordukları annenin kapalı olup olmadığı !
Bir de ''kimlerdensin'' diyolar sana, ''nasıl yani'' diyorsun. Fetullahçımısın, Süleymancı mısın ?
Seni iyi bir araştırıyolar önce. Sonra çalışanlara bakıyorsun herkes türbanlı...
Eve dönüyosun ''anne ben boşuna mı okudum, anne ben boşuna mı emek verdim!!''
Diye nefsini tüketiyorsun...
Tükettiriyorlar...
Tükettirdiler....
Bir gece annen etrafında dönüyor ve gözünün içine bakıyor !
Baklayı ağzından ha çıkardı ! Ha çıkaracak !

''KAPAN'' diyor.
''YOKSA BİZE EKMEK YOK''

19 Temmuz 2008 Cumartesi

19 Temmuz Kadıköy Mitingi [Kadıköy]




Sabah saat 7:45 vapuru ile Beşiktaş'tan Kadıköy'e haraket ettim. İçimde inanılmaz bir heyecan var, çünkü vatanımın gerçek toprak sahipleri ile omuz omuza, yürek yüreğe, ele ele bağıracağız.
Daha o vakit ortalık şenlikli, inanılmaz güleç Atatütürkçü Gençler var ilk kez tanışmamıza rağmen çok iyi bir sohbet ile kısa sürede kaynaştık, konuştuk, arkadaş olduk...

Az sonra bişeyler yapacağımızı bilmek, damarımızda dolaşan 'gençlik' kanının ateşini ölçmek, heyecanımızı bastırmak az aralıklarla tekrarladığımız işlerdi... Kadıköy'de iskelenin sol tarafına doğru yürüdüm ve bir bastonlu teyze ile diğer kolunda bir amca ile göründü, gülümsedim günaydın dedim çünkü üzerimde ADD görevlisi kıyafeti var, belki o olmasa da selamlardım ama o kıyafeti taşımak inanılmaz bir değişik davranma duygusu aşılıyor insana, içimde günün iyi geçeceğine dair bir inanç taşıyorum, uykusuzum ama önemsemiyorum, kortejden gelecekler onlara yardımcı olacağız, sonra miting başlayacak ve sesimizi 'gereken' yerlere ulaştıracağız. Heyecandan unuttum o selamlaştığım amca ile teyze de sadece 'miting' için İzmir'den gelmişler. Sadece bir an imkanı olup da gelmeyen insanlarımızı düşündüm, korkanları, gereksiz bulanları, yorulmaya değmez diyenleri..... hepsini.

Neyse saat 11:15 te miting alanına giriş yapıp kürsünün önündeki yerimizi aldık, başımı kaldırdığımda çok değerli insanlar görüyorum, her söylediğine katılmasam da ünlü ressam ve gazeteci Bedri Baykam'da orada konuşmacılar arasında bir ara aşağı iniyor ve tanışıyoruz.
En önde olduğumdan belki de manzara izleme konusunda en şanslılardan birisiyim, her yer alabildiğine kırmızı, beyaz, siyah, poster, çerçeveler, bantlar, atkılar..... tam bir şölen, tehlikede gördüğüm ülke durumundan sonra bu görüntü bana umut veriyor, belli bir kalabalık var ve herkes farklı ideolojiler altında orada bulunuyor. Hatta bayraklarla, posterlerle, marşlarla belirtiyor ve kimse birbirine karışmadan, olaysızca noktalıyorlar mitingi, bu yan çok güzel gerçektende. İnsanların çünkü ortak görüğü BİR TEK DÜŞMAN var. Ama türbanlısı, aydını, moda giyinmişi, çingenesi, çember sakallısı, takım elbiselisi... herkes el ele.. ne saadet ne saadet.
Kimse birbirinden çekinmeden el ele tutuşabiliyor.
Mitingin en güzel yanı ise kadınlarımız, bu toprakların ve evrenin kutsal varlıkları, o kadar güzeller ki, o kadar bilinçliler ki, o kadar ayaktalar ki analtılamacak bir duygu, sıcağın altında alnımdan terler damlıyor o kafasındaki şapkayı kafama geçirmeye çalışıyor 'sağol annem, gerek yok' diyorum ama nafile.. zor ikna ediyorum.
Sonra üstat Faruk Demir 'Sarı Saçlım Mavi Gözlüm' türküsünü söylüyor. İnanılmaz bir duygu yoğunluğu, insanlar bir yandan halay çekiyor, zıplıyor ama bir yandan da gözleri doluyor.

Mitingin bir de sıra ile konuşan aydınları vardı. Hepsi söylediklerinde son derece haklılardı. Bedri Baykam (Cumhuriyet Gazetesi Yazarı) ve Adnan Türkkan (TGB Başkanı) konuşmaları sırasında büyük ilgi gördüler, kendilerine hediye edilen ve cumhuriyet sayesinde orada oturan eşi sayesinde 'first lady' olan Hayrünisa Gül hakkında çok çarpıcı açıklamalarda bulundu. Önceden Osmanlı hayranığı yüzünden Topkapı Saray'ından bir takım eşyalar ile 'Çankaya Köşk'ünü süsleyen, son olarak da gözünü 'Atatürk'ün gözlerini yumduğu Dolmabahçe Sarayındaki eşyalara dikmesine tepki çekerek çok yerinde bir laf ile konuyu kendi tarafından bertaraf etti sayın Türkkan.
Bugün fazla siyasete girmeden, mesut gecemi noktalamak istiyorum. Gururluyum, onurluyum, huzurluyum...
Ben ve ben gibi CUMHURİYET EVLATLARININ varlığını bilmek, onu koruyup kollayacağımızı bilmek, ilelebet yaştacağımızı bilmek huzuru ile yazımı noktalıyorum.
En içten Kemalist duygularım ve selamım ile sizi selamlıyorum.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Yabancı Basında MUSTAFA KEMAL ATATÜRK



Bizim ülkemizde belli kesimlerce sevilmeyen, belli kesimlerce sindirilemeyen, ama kuşkusuz ve tartışılmaz biçimde Türk Kurtuluş savaşının ve Türk Cumhuriyet Tarihi'nin temelini oluşturan MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'ün değeri; görülüyor ki bizden daha çok biliniyor. Çeşitli tarihlerde, çeşitli koşullar altında dünyaya duyurulan haberlerde yankı şu biçimde:
ALMAN BASINI
Berlin, Alman Ajansı:
Almanya, Atatürk'ün eserine ve mücadelesine hayrandır.Onda tarihi eseri özgürlüğü seven bütün milletler için bir sembol olarak kalacak kudretli bir kişilik görmektedir.
Alman Volkischer Beobachter Gazetesi:
Atatürk Türkiye'yi tek düşman kalmaksızın bırakmıştır. Bu zamanımızın hiçbir devlet şefinin başaramadığıdır.
Alman Illustrierte Dergisi:
Kendisinin tarihi büyüklüğü, eseri olan yeni Türkiye'ye bakılarak bu günden ölçülebilir. Çelik gibi azim ve gayreti, uzağı gören akıl ve hikmetle birleşmiş olan bu gerçek halk önderi ve devlet adamı; Anadolu dağlarının en uzak ve ıssız köşesindeki köylere bile başka bir ruh aşılamıştır.


İran Basını:
Tahran Gazetesi:
Atatürk gibi insanlar bir nesil için doğmadıkları gibi belli bir devre için de doğmazlar. Onlar önderlikleriyle yüzyıllarca milletlerin tarihinde hüküm sürecek insanlardır.
Atatürk gibi dehalar sadece görünüşte ölürler. Oysa, gerçekleştirdikleri eserlerle daima hayattadırlar.
İran Gazetesi:
Atatürk yalnız kahraman milletinin büyük bir Şef'i olmakla kalmamıştır. O, aynı zamanda insanlığın da en büyük evladı olmuştur.


Yunanistan Basını:
Elenikon Mellon Gazetesi:
Atatürk, ölümünden önce herkes tarafından saygı gösterilen, değer verilen güçlü, dinç, ve çalışkan bir Türkiye yaratma ülküsünü tamamiyle başardı.
Messager D'Athenes Gazetesi:
Çok, pek çok devrimciler görüldü. Fakat hiçbiri Atatürk'ün cesaret ettiği ve muvaffak olduğu şeyi yapmadı.



Suriye Basını:
Elifba Gazetesi:
Vatanını muhakkak bir parçalanmaktan kurtararak devlet gemisini güvenilir bir limana götürdükten sonra milletinden bir taht istemedi. O, kelimesinin bütün anlamıyla bir insan, eşsiz bir dahi, kahraman bir asker ve siyaset adamı idi...
El Tekaddum Gazetesi:
Atatürk'ün başardığı işler mucize ve harika kabilindedir. Birkaç yıl içinde memleketinde yaptığı inkilaplar, birkaç yüzyılda gerçekleştirilmeyecek işlerdir.



Dünya artık gerçekten çok küçük, insanlar ulaşmak istediği yerlere ulaşabiliyorlar. Mesafeler yok denecek kadar az, bugün Amerikan Başkanının yaptığını dünya o dakika öğrenebiliyor. Küçük bir mahalleye dönen dünyada o zamanın koşullarını göz önüne alırsak bu kişinin ne kadar evrensel nitelikli işler yaptığını, ne derece kitleye ulaştığını, evrensel takdiri nasıl elde edebildiğini görebiliriz.

Bugün onun sayesinde insanca,esaret altında olmadan, özgürce, onurumuzla, gururumuzla, yaptıklarımızla, yapacaklarımızla, düşündüklerimizle, onu korumamızla, örnek almamızla, onu yaşatmamızla sahip çıktığımızı gösteriyoruz.
O'nun yolundan, onunla beraber, yürümeye devam ediyoruz. Edeceğiz.

15 Temmuz 2008 Salı

Peygamber Recep Tayyip Erdoğan




Gördüğümde şok oldum gerçektende ama o kadar büyütmedim, çünkü kullanılan, ezilmiş, kandırılmış, sömürülmüş, alaya alınmış halkımızda görüldüğünde şaşırtan, ama bu şaşkınlığı kısa zamanda atlattığımız olaylardan birisi bu yaşanan.

Halkın gözünde (sadece belli bir kesime yaranarak) kahraman olan, vatanperver olan, satıp savursa bile değerini yitirmeyen, PKK liderine sayın dese bile gözden düşmeyen, seçimden önce (özellikle belediye başkanlığı döneminde) şeriat propagandası yapan, daha düne kadar hakkında 8 hırsızlık davası olan ama sonunda bazılarından aklanan sevgili başbakanımız R.T.E sonunda PEYGAMBER ilan edildi... Bilmiyorum ne kadar şaşıracaksınız.

Bu satırlar kime ait peki: Denizli'de emekli imam eşi olan Fatma Durmuş'a ait. ''İlahilerle Hakka Çağrı'' adlı ilahi kitabında işte yukarda gördüğünüz satırlar var ne yazıkki.


CHP İl Başkanı Ali Kavak, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından onaylanan, 10 bin adet bastırılan ve ücretsiz dağıtılan kitapta, halkın kin ve düşmanlığa teşvik edildiği, Atatürk'e hakaretlerde bulunulduğu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Peygamber ve Allah gibi gösterildiği iddiasıyla Denizli Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu.
Üzücü olan taraf ise Diyanet İşleri bakanlığı gibi bir kalemin onayından geçerek yayınlanmış olması.

Kitaptan bir bölümde ise şu şiir var dikkatinizi çekmek istediğim:
179-182 Sayfalar `Tayyibim' isimli şiirden:

-Nerede hürriyet, cumhuriyet. Bütün taşıdıkları kötü niyet. Sade başörtüsünde vardır diyet. Suçun şiir değil dini yaşaman. Nerede dini hür vicdanı hürler. Atatürk'ün yolunda yürüyenler, okullardan kızları kovuyorlar. Suçun şiir değil, dini yaşaman. Halkçılık, insan hakları nerededir. Nerededir imam hatipliler, kurslar. Okusa da işe alınmaz bunlar. Suçun şiir değil, dini yaşamak. Tayyibim nerededir bu eşitlik. Bütün sevdikleri sarhoşluk, pislik. Deniz kıyısından bizler tiksindik. Nüfus cüzdanımızda dinimiz İslam, yaşayışta dinimiz Hristiyan. İş vermezler sonra mecbur yaşaman. Böyle yapanlar askeriyeymiş derler. Oradaki erler de bizim erler. Askeriyemiz yapmaz böyle şeyler. Nerede Necmettinler, Menderesler. Şart koşmuşlar leylek gibi açmayı, sindirmişler bunlar bizim atalarımızı. Oğlanla kız okurlarsa beraber, Sokaklar atılan çocuklarla dolar. Pamukla benzin ateşte durmazlar. Şuçun şiir değil, dini yaşaman. Tayyip Allah yolunun bekçisidir. Tayyibi üzmek Allah'ı üzmektir. Sevenlerini üzmek de aynıdır.

Kitaptan daha bölümler var... Çok var hemde... Zamanı geldiğinde paylaşmak üzere saklıyorum...
''BUGÜNKÜ TÜRKİYE CUMHURİYETİ'' adlı yazımda Abdullah Gül'ü ''peygamber'' görenlerden bahsetmiştim, şimdi ise R.T.E'yi görenleri 'resmi' bir kaynaktan, göstererek iletiyorum.

Bugünün 'gencini, yaşlısını, çoluğunu, çocuğunu' Atatürk'ün kurduğu kutsal Cumhuriyetimizi korumaya çağırıyorum.
Sadece bir miting, bir gösteriye gitmekle de kalmayalım. Ayın 19'unda saat 11'de Kadıköy İskele Meydanında yapılacak olan mitinge, tüm kıymetli ve vatansever cumhuriyet çocuklarını bekliyorum.
Örgütlü on kişi, örgütsüz 'yüz' kişiden daha etkilidir.

CUMHURİYETİMİZE SAHİP ÇIKALIM.

13 Temmuz 2008 Pazar

Türkiye'de İrtica Varmıdır?



İrtica öncelikle nedir bunu bilmeliyiz, çeşitli yayın organları çeşitli biçimlerde bunu dile getirip kafasına göre var ya da yok diyebiliyor.
AKP Hükümeti dönemince sürekli tartışılan ve tehlike olarak gözülmeyen, üzeri kapanan ve sümen altı edilen bu konuyu askeriye de yayınladığı e-bildiride dile getirmiş ve ülkenin çeşitli yerlerinde eğlence mekanlarında, küçük yaşta kapatılan çocuklarla, okula gönderilmeyen, dini usüllere göre eğitilip ve (bir yobazın elinde ise) intihar bombası olarak kullanılanlar da, çeşitli topluluklarda özellikle sözü geçeni kendine bağlayarak, o bireyleri etkisi altına alarak kullanıyorlar.
Toplumun her kesiminin farklı yorumladığı irtica ise kurumlarımızca da böyle açıklanmış:
İrtica nedir?

* Türk Dil Kurumu: Gericilik

* Diyanet İşleri Başkanlığı: İrtica, Arapça kökenli bir kelime olup 'geriye dönmek' anlamına gelen 'Rucü' mastarından türetilmiştir. Türkçe'mizde, eski düzeni getirmeye çalışmak anlamını ifade eder. Bir yönüyle dinden sapmak, tekrar cehalet ve şirk hayatına dönmektir.

* İç Güvenlik Strateji Belgesi: Devletin anayasada belirlenen demokratik, laik, sosyal, hukuki, siyasi ve iktisadi yapısını ortadan kaldırarak dini esas ve prensiplere dayanan bir devlet kurma amacını güden faaliyetlerdir.

İşte kavramlar bunlar, çağdaş bir ülke olarak bunları çoktan geride bırakmış olmamız gerekirken (sürekli yineliyorum ama olsun) son altı yılda gündeme defalarda dönüp geliyor.

Yukarıda görüğünüz resmi ben çektim. Yanımda annem ve kız kardeşim de vardı. O öndeki de anne, benim yanımdaki de anne, onun yanındaki de kız çocuğu benim annemin yanındaki de kız çocuğu hem benim kardeşim 14 yaşında o öndeki ise en fazla 10 yaşında.. Düşündüm, kendi böyle bir karar alamazdı bunu gözümle şahit olduğum için fotoğrafladım kenara koydum. Bizzat benim çekimimdir. Kenarlarından da keserek özellikle mekan belirtmedim ki kimse zan altında kalmasın...
Bu yazıyı ve fotoğrafı koymaktaki amaç neydi peki.
Hani diyorlar ya ''İRTİCA YOK'' diye, görmüşken göstereyim dedim.


SAYGILAR.

12 Temmuz 2008 Cumartesi

ÜNİVERSİTE VE TÜRBAN


Yıllar yılı ülke gündemini meşgul eden bu konu, aslında çözülmesi güç bir olay değil. Tartışılmaya değer bir konu olup olmadığı da ayrı bir konudur ki bence bunun gereği yoktur.
Yıllar yılı 'dini simge' olan (ama hala bu konuda bile tartışılan) ama günümüzde çok değerli (!) Başbakanımızın 'siyasi simge' olarak görmesi ile boyut değiştirdi. Çağa ayak uydurduğunu savunan bir başbakanın ülkesinde bu tartışma çağ dışı olarak da kabul edilmesi muhtemeldir.
Çağdaş dünyadaki kadının yeri, çağdaş olmayan ülkelerdeki kadının yeri arasındaki fark göz önüne alındığında ortaya çıkan farkı fazlaca açıklamaya gerek kalmadan sunulan yaşam şartlarından da anlayabiliriz.
Geri kalmış toplumlarda 'araç' olan kadınlar miraslardan pay alamamakta, kuma olabilmekte, şeriat olan ülkelerde idam edilecek olursa bakire değilse bozulup öyle asılmakta, kapanma zorunluluğu getirilmekte.... vb. sorunlarla karşılaşmaktadır. Oysa ki 21.yy'ı yaşayan dünyanın bu takım sorunları aşarak, refah içinde birlikte yaşamalıdır. Kadınlara seçme hakkkını veren ilk ülkenin bir ferdi olarak bunu rahatça dile getrebiliyorum.


Eğitim konusunda da çeşitli sorunlar yaşayan kadınlar fırsat verildiği takdirde neler yapabileceğini başbakan olarak, adalet bakanı olarak, yargı başkanı olarak ülkemizde de örneklenmiştir. Bizim ülkemizdeki bu örneklere bugün şeriat ile yönetilen İran, Suudi Arabistan, Umman, Bahreyn... gibi ülkeler de bu eşitliği sağlayarak, ülke kadınlarını bu şekilde yönetime katabilir, önemli yerlere getirebilir.
Ülkemize döndüğümüzde bugün siyasatte bölücülük olarak kullanılıp 'siyasal simge' olarak görülen türban ülke içinde hükümet ile üniversiteleri, medyayı, yabancı ülkeleri, yargıyı bölerek ülke içindeki huzursuz ortama zemin hazırlamıştır. Ülke 6 sene öncesine kadar üniversitelerde türbanı tartışmıyor iken, şimdi nerede bir kapatılması gereken siyasi bir açık, bir yolsuzluk, bir düzenbazlık varsa ülke gündemindeki türban 'sorunları' örtmek için kullanılıyor. Bugünkü medyadaki kamplaşma da bunu gösteriyor zaten.
Üniversite dışında türban takan kimseye başını aç baskısı yapılmıyor, kimseye sosyal hayatında ters bir tepki gösterilmiyor... insanların 'kapananlara' gösterdiği saygıyı kapananlar da üniversiteler için alınan kararlara saygı göstermek durumundadır.

Bu anlayış şu davranışı getirir: Kapıya kadar türbanınla gelirsin. Dersine girersin. 3 saat 5 saat dersinin görür çıkarsın, çıktığında türbanını takarsın. Bu fedakarlık eminim ki kimseyi cehenneme göndermez. İşin siyasal değil ise bu davranışı herkes senden bekler.
İşin siyasal ise '7.4 Yetmedi mi?' gibi pankartlar açarsın. Seni de sindirirler zaten.

Zaten bugünkü yöneticilerin karısı kapalı olanlar da geri kalmış çağ dışı zihniyete göre hareket ediyor. Bakın Başbakanın karısı üni. mezunu ama çalışmıyor.
Eğitim Bakanını karısı öğretmen ama işi bıraktı.....

Gibi birçok örnek mevcut. Zihnimde mevcut olanları söyledim sadece, kim karısını kaç yaşında almış, kaç yaşında kapatıp evde oturmuş... detaylı bilgiye bu konuda Soner Yalçın'ın ''Siz Kimi Kandırıyorsunuz'' eserinden ulaşabilirsiniz.

10 Temmuz 2008 Perşembe

Türk Kahvesinin Gelişimi


Bugün, herkesin evinde mutlaka bulunan ve bulundurmamayı ayıp saydığımız, olmayınca kötü hissetiğimiz şeylerden biri olan Türk Kahvesinin yükseliş öyküsü nasıldır sanırım çok kişi bilmez.
Ben de bu öyküyü eski bir İstanbul yerlisinden dinledim. Çok da etkilendim gerçekten.
Osmanlı zamanında yabancı devletlere verilen 'kapütülasyonlar' yabancılara Osmanlı Ülkesinde okul açma, hastane açma, mahkeme açma, konsolosluk açma, düşük gümrük vergisi.... vb. türden ayrıcalıklar elde ediyordu.
İstanbul'da ve Anadolu'da zanaatte yabancılar vardı, ticarethanelerde, otellerde, toptancılıkta... Osmanlı vatandaşı ise geçimini topraktan kazanıyordu ve bu devir daim de cumhuriyet dönemine kadar sürdü.
(Hala sürer ama Türk vatandaşları bugün azınlık durumunda değildir). İstanbul'da yani Osmanlı'nın başkentinde 'Eminönü Semtinde' küçücük bir dükkanda kahve çeken ''Mehmet Efendi'' diğer işlerde olduğu gibi geri kaldığı azınlıkların etrafında kendi durumunu sindirememesine rağmen dünya görüşünde kin duymayan bir adamdı.
Günlerden bir gün Mehmet Efendinin Çengelköydeki arazinin ölüler için gömecek yeri kalmayan, ve kiliseye yakın olduğundan arazisini satın almak için gitmişler. Papaz, vardığında karşılaştığı 'aksi' adama konuyu açmaya bir süre tereddüt etse de en sonunda konuya girerek araziyi istediğini söylemiş ve hiç beklemediği bir tepki almış; Mehmet Efendi arazisini satmayacağını, hele bu iyiliği müslüman olmayan birine yapmayacağını söylererek papaza zaten kendi memleketinde onların koşullarından zor yaşadıklarını anlatmış ve asıl merk ettiği (o zamanın) köhne kalan bir toprak parçasının hristiyanlar tarafından ne yapılacağı olmuş. Papaz bir süre sonra tam ümidini kesmek üzere ilken Mehmet Efendi beslediği kuşkuyu soruyu yönelterek arazinin ne olacağını sormuş ve 'mezarlık yapmak istediklerini' söyleyince 'alın sizin olsun' demiş.
Bu iyilik konusunda şaşkına dönen papaz ne dediğini bilmese de para konusunu açmış. Mehmet Efendi konu üzerinde direterek köşesi karalanmış kağıda kendi el yazısı ile arazinisi 'bedelsiz' olarak verdiğine dair imzayı atarak papaza uzatmış.

Yapılan iyilik uzun süreler boyunca bölgede anlatılmış ve dilden dile dolanarak ''Mehmet Efendi'nin iyiliğinin bedeli'' konuşulup durmuş. Yapabileceği tek iyiliklerini ise gidip 'kahve' almak olduğuna kanaat getiren hirstiyan cemaati bu iyliğin bedeli olarak 'kendileri de alışarak' iki sene içinde de Mehmet Efendi'yi de zengin ederek başka dükkanlar açmasını sağladılar.
O zamanlar hristiyan içeceği olan kahve zamanla zenginlerin, günümüzde de herkesin yegane içeceği oldu. Artık evde bulunması 'adetten' olan kahvenin hikayesi böyle işte...
Bu anının da 40 yıllık hatrı olsun.

Gökmen Kaya

8 Temmuz 2008 Salı

Türk Kurtuluş Savaşında Anadolu ve istanbul

Turgut Özakman'ın yazdığı, 1993-1994 yılları arasında filme de alınan 'Çılgın Türkler' (ki kendisi aslında bir settir, paranoma bir settir ve Menemen Olayı dahil olmak üzere yakın tarihimize ışık tutmuştur ve gerçek bir kaynak aynı zamanda bir anıttır.) Kitabında okduğunuzda, ve filmde sahnesinde rastlamadığım bir olayı buraya aktarmak isterim.

Kurtuluş Savaşının başladığı zamanlarda Anadolu'ya savaşmak için geçebilen gönüllüler, çadırlarda hekimlik yapmak isteyenler hatta asker çamaşırı yıkamak için bile geçen insanlarımız vardı.
Eşi görülmeyen bir aydınlığa hazırlanıyordu millet, ilk kez (nasıl bir cesaret ise) itilaf Devletlerinin sömürgeleci politikasına karşı silahlı olarak kendini savunmaya hazırlanıyordu.
Önce İtîlaf Devletleri ''Anadolu Halk Hareketini'' sonra da ''Kuva-i Milliye Hareketini'' mahalli bir çapulcu hareketi olarak görerek hata etti.
Çünkü onlar sadece güç ile, savaş ile, mermi ile, top ile kazanılır sanıyordu savaşı...
Bir yürek vardı Mustafa Kemal, sonra yanına milyonları ekledi. Sabahlara kadar mermiler eritildi. Çarıklar dikildi. Dede yadigarı silahlar bohçalardan çıkartılıp teslim edildi.

İşte bu dönemin Anadolusu'nu ünlü tarihçi-yazar Turgut Özakman yaşanılan olaylardan bir kesit olarak şöyle aktarmış;

......
<Kaldırımın sonunda bir işgal devrisyesi göründü. Düzenli adımlar ile yaklaşmaya başladı. İşgal askerlerine her zaman kenara çekilerek yol veren İstanbullular bu sefer kıllarını bile kıpırdatmadılar. Devriye kolu, kalabalığı geçmeyi göze alamadı ve yola inerek geçip gitti.
İçeride daha afyonu patlalamış olan huysuz mu huysuz idare memuru, bir deftere söylene söylene, bağış yapanın adını ve bağış miktarını yazıyordu.

''Kahveci Ali, 100 Kuruş''
''Eskici Yusuf, 50 Kuruş''
''Hallaç Asım, 75 Kuruş''
''Bakkal Ahmet, 100 Kuruş''
''Terlikçi Adem, 200 Kuruş''

Sırada, küçük cılız bir oğlan çocuğu vardı. Bir önceki bağışçının çocuğu sanan memur, öfkeyle yürüyüp yol vermesi için işaret etti.
Ama çocuk yürümedi, byük bir ciddiyet ile, bütün servetini çıplak masanın üzerine bıraktı.
''Hasan, 5 Kuruş''.
Suratsız idare memurunun birden gözleri doldu. Ağladığını göstermemek için yüzünü, kocaman bir mendilin arkasına saklayarak gürültü ile hıçkırdı...>>


CUMHURİYETİNİZE SAHİP ÇIKIN.




Bugün nasılım.

Adım attıkça arkalarda kalıyorum.
Durursam herkes benimle yan yana, uyusam yastığım bozulur, otursam gözüm kanlanır....
İki dakika sonra, ne şekilde ölürüm .... bilmiyorum.....

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Bugünkü Türkiye ''CUMHURİYETİ''


Bu gördüğünüz resim AKP'nin dini ve imanıdır. Zaten yorum yapılmadığı an da kendini belli edecektir.
Bugün size bambaşka bişeyden bahsetmek istiyorum.
'Muhasır Medeniyetler' seviyesinde olduğumuzu, Avrupa ile yarışır konuma geldiğimizi, AB'ye girme ümidimizin olduğunu söyleyen iktidar sahiplerinin ülkeyi getirdiği noktayı kendi gözlerimle görüğüm için size gayet net anlatabileceğim.

Türban ve kara çarşaf konusuna girmeye gerek var mı bilmiyorum. Bunları siz de görüyorsunuz. Artık yollardan geçen türbanlı sayısı, çarşaflı sayısı, hacı sayısı, hoca sayısı... bunlar 6 yıl önce neredelerdi ?
Haydi bunlara TESADÜF!!! diyelim!!
İETT şöförlerinin çember sakallarını ES geçelim!!
Tesettür otellerindeki artışı görmeyelim!!
Belediyelerde çalışanların cemaatçi yapıldığını, yayın olarak cemaat dergilerinin elden ele dolaştığını görmeyelim!
Canı burnunda geçim sıkıntısında yaşayanları görmeyelim!!
Okullardaki Haremlik-Selamlık düzenlemeyei görmeyelim!!
Derste olması gereken saatte mescitte namaz kılan çocukları görmeyelim!!

ÇÜNKÜ BUNLARIN SON 6 YILA DENK GELMESİ TESADÜFTÜR !!!

Bugün, KADIKÖY-BEŞİKTAŞ seferi yapan şehir hatları vapurunda serinlemek için saçımı ıslatmaya girdiğim tuvaletteki manzaraya GÖRMEYELİM!! diyemiyorum.
80 küsür yıldır laik yaşamış bir milletin 6 sene içinde çığırdan çıktığını lovobaya koskocaman yazılmış şu yazı özetliyor:

TÜRBAN BAYRAĞIMIZDIR. ABDULLAH GÜL PEYGAMBERİMİZ !!!

GÖRELİM ARKADAŞLAR GÖRELİM !!!

6 Temmuz 2008 Pazar

Rejimin Çiğnenişi ve Gözaltılar İlişkisi





Günlerdir süregelen gerilimin sonucu ne oldu ? Tabii ki beklenen oldu ve hayatının tümünü okuduğu ilkokul hariç Askeri zeminlerde geçinen ve görevi bu ülke insanını rahat rahat uyutmak görevi güden askerlerin, emekli paşaların, genç subayların, belli kesimlerin baskısı ile içeri atıldığı görüldü.
Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün'de tamamen gözdağı vermek amacı için aynı tezgahın oyununa geldi. Eğer tutuklanmasaydı çok başka bir şekilde suiakste de kurban gidebilirdi. Korkulan olmasa da hukuk devleti Türkiye'de gelinen nokta hukukun geçerliliğini ne denli yitirdiğinin kanıtı oldu.

Yarınının ne olacağını bilmeyen bir ülke olduğumuz için, yarın da olacaklar konusunda yorum da yapamıyoruz aslında, gayet masum gösterilen bu olaylar zinciri aslında Ergün Poyraz'ın Musa'nın Çocukları kitabından bu yana gelen bir senelik gerilimin sonucu.

Ülkeyi bütün olarak ilkeler birliği ile kapsayan 3Y (yasama,yürütme,yargı)'nin yanındaki 4. güç olan medya da bugünkü olmayan ve sağlanamayan birliğin en büyük kanıtı, özelleştirip maske altından yönetilen gazeteler, cemaat yayınları, devletin vergiden dolayı kişiler tarafından alınan ve devlete zimmetlenen kanallar, gazeteler... diğer yanda ise vatanın bağımsızlığını savunan, çıkarı olmayan tarafız gazeteler, kalemler, cesurlar...
Sekiz sutuna manşetler iktidarın elindeki gazetelerden okuyucuya şöyle ulaştı; 'Darbeciler, Hainler, Temmuz Planı...' vs..

Bu tip haberler de insanları nasıl yönlendirdiyse artık, nasıl hayatı boyunca teröre karşı savaşan insanları terörist yaptıysa artık, bakan gözlerdeki ifadeler 'yazıklar olsun' tarzı..

Bazılarının kuşku duymadığı, bazılarının ise yandaşı olduğu bir konu olan ülkedeki 'üniter yapının değiştirilmesi' konusu kendini biraz daha açığa çıkartmaktadır.
Elimizdeki en sağlam kanıt ise ADD (Atatürkçü Düşünce Derneği) başkanın tutuklanmasıdır. Bu eğilim tamamen şunu gösterir; BİZ ATATÜRK'ÜN CUMHURİYETİNİ,
YAPISINI,
KANUNLARINI,
KURALLARINI İSTEMİYORUZ.

Rejimin altını oyarak tabaka tabaka yayılmaya çalışılan ILIMLI İSLAM düşüncesini de tamamen kavramaya gerek kalmadan, yani çok uzağa gitmeden, bu gözaltıları, tutuklamaları, tartaklamaları görebiliriz.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti şu an büyük bir tehlike altındadır. Ülkenin şu an beklediği, tamamen kapatma davasının sonucudur ve yeni oluşacak siyasal kamplaşmanın neticesinde ülkenin nereye varıp, neyi benimseyeceğinidir.
Parti kapanır.
Paşalar, askerler çıkar. Bir senedir aydınlanamayan Ergenekon olayı aydınlanır ve ceza almış olacak ülkeminizin (SEVGİLİ!) başbakanı da onun gibi düşünenler de bunun hesabını verir.
Ne der özdeyişimiz; 'keser döner sap döner gün gelir hesap döner' .


Gökmen Kaya

Bugün nasılım.

Tuhafların ötesi. Yanlızlık hastası.
Geberesice yanlızlık ile koyun koyuna, sessiz sedasız oturuyorum.

Cümle alem huzur peşi, ben bi sefil sabır taşı !


yani..

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Asker Yolculama Meselesi


Her Türk asker doğar.
Bu laf dilimize pelesenk olmuş bir söz. Muhakkak katılmamak mümkün değil. Asırlardır Atalarımız Orta Asya'nın bozkırlarından Anadoluya zaman zaman Avrupada çeşitli coğrafyalarda hüküm sürmüş, atı ehlileştirerek göçler yapmış zamanla tabii olarak bu olay genlere de işlemiş, at üzerinde hayat sürüp aynı zamanda ok kullanan, yayı bulan, kılıçla savaşan bir millet olmuştur. Çetin doğa koşulları da eklendiği zaman ortaya çağının savaşçı ordusu çıkmış ve çeşitli fetihler ile bugünkü Avrupa'nın bile kaderini belirleyecek kadar dünya coğrafyasında egemen olmuştur.
Bu düşüncenin getirdiği toprak sevme duygusu, vatan, birlik, kuvvet, silah olgusu bir bütün olarak genlerimize girmiştir. Bu atadan kalma duygu hala içimizde bir yerde kendini sıkı sıkıya bağlamıştır ki günümüzde birden büyük paralar kazanan adamlar, öncelikle toprak satın almak kaygısına düşmüştür ki bunun son örneğini 2008 deki Milli Piyango Yılbaşı Çekilişinde gördük.

Neyse bu girişten sonra bağlayacağım konu çoğumuzun şahit olduğu deli diye adlandırdığımız adamlar, kafaları camladan dışarı sarkıtarak 'asker gidecek geri gelecek, askerin kralı Kasımpaşalı, en büyük asker bizim asker..' diyen adamlardan bahsediyorum. Bu gece bende onlarla beraberdim. Çok enteresan bir duygu gerçektende bir türlü büyütemeselerde askere gitme olayını gözümde yine ikna edici bakışlarla bakmayı sürdürdüler 'kendilerince' yiğenimin arabasına bindim bende inanılmaz hız yaptı otobanda korktum da hle önümüzdeki adam (askere giden arkadaşımın abisi) iki eli ağzında kafası dışarda, yanında da kimse yok . Araba kullanıyor ve kaza geçirme tehlikesi bir an bile aklından geçirmiyor. Şaşırdım açıkçası. Bir ara tam da İstinye Park Alışveriş Merkezi önünde frenle irkildim, benim yiğen arabanın direksiyonu bi kırdı yolu kapadı. Evet evet bir otobanda hemde yolu kapadı ve askere gidecek çocuğu arabadan indirerek havaya atmaları için kollarından kavradı bu sıra yine o dediğim marşlar söylendi, trafik kapandı, müzikler açıldı, iki tur halay bile oyunadılar. Evine geç kalan mı var hasta mı var düşünen yok tabi çığlık çığlığa herkes bende gittim elemanın bacağından kaptım bende salladım yukarı ama biliyorum ki tek suçlu şu genler. Acaipti yaa anlatılır tarz değil, ilkel ama katılmadan da edemiyorsunuz. Hurrrraaaaaaaaa devam sonra herkes bir anda kedi gören kertenkele gibi kuyrukarlını arabalara doldurup gaza bastılar. O sıra yanımızda 06 plakalı bir araba, içindeki herkes de genç onlar da kornaya basarak bize eşlik ettiler. Sanıyorum ki askere gittikleri için biliyorlar duyguyu ve ben sadece askere giderken öğreneceğim. Saçma ve enteresan bir günün ardından evime döner dönmez bunu yazıyorum. Gayet sıcaktır. Dikkat ! ehehehe

Deha Olarak Mustafa Kemal

Nutuk'tan bir söz geldi aklıma sabahleyin.
Daha doğrusu söz dilimin ucunda uyandım ve bugün için de yarın içinde, kısacası hayatın her bölümünde kullanabileceğim bir sözdü. Sayfalarca aradım bulamadım. Hala daha da arıyorum ama gözüme çarpan başka bir şey dikkatimi çekti yeniden. Cümlenin başı ile sonunu kırmızı bir kalem ile taksim olarak ayırmışım.
onu da gördüğüme sevindim. Çok sevindim hemde. Uzatmadan size dehalığın ölçütünün ne olduğunu göstermek isterim.


'Ben müfettişliğe yazdığım telgrafta ''Konya'da bir vatan ordusu kurulmuştur bunun içeriği nedir, teşkilatı nedir'' diye sormuştum böyle bir soruyu yöneltmekteki amacım, onları özendirmek ve harekete geçirmek idi. Orada Ordu teşkilat kurulmadığını biliyordum.'


nutuk'u bu ara tekrar okumaya karar verdim. Bir kez daha aynı rüyaları görebilmek için, Atam ile rüyalarda beraber olabilmek için. Böyle çarpıcı şeyler yakaladığımda burda yeniden paylaşacağım.


Gökmen Kaya

İran nasıl şeker kullanmaya başladı ?



Dünyada Türkler gibi öz kültürünü kaybetmemiş, yüzyıllar boyu yaşamış olan İran-Fars kültürü içinde uzun zamanlardır var olmayan ve reddilen ve kendilerince dile getirilen 'Gavurun Malı, Gavurun İcadı' diye adlandırılan, kendisinin kültüründen olmayan ve işine gelmeyince benimsemediği şeyleri anında reddebilen 'kabuğu içindeki zihniyet' ülkeye 'Gavurun Malı' küp şeker gelince nasıl davrandı benimsedi biliyormusunuz ? Bilmiyorsanız buyrun: İran gelişmekte olduğu dönemde (daha doğrusu geriye doğru gitmediği zamandan önce) İngilizler tarafından benimsetilmeye çalışılan daha doğrusu bu 'geniş pazar ve nüfusa' kullandırılmaya çalışan küp şekerin kullanımında pek ikna edici olamadı.

İran halkı çayı 'kuru üzüm ve kuru dut' ile tüketirken Mollalar ile pazarlığa oturan İngilizler Kâr üzerinden %25 paya onları razı ederek anlaşmaya varıldı ve tüm namazlardan sonra cemaat ile konuşularak şeker kullanımı yönünde teşvik edildi. 2 senede İngilizler 'çok nüfuslu' bu ülkeden kazanacaklarını kazandılar ve sonucunda da artık 'benimsetebildiklerini' düşündükleri için de artık Mollalara para vermeyi kestiler....


Halk üzerinde o dönemde büyük nüfuz sahibi olan 'molla' kesimi (ki günümüz İranında'da) bu kez karşı fetvalar ile İngiliz şekerleri için şu cümleleri kurdular:
-'Gavurun malı yüzünden sarsıntılar oluyor.'
-'Gavur bizi öz kültürümüzden kopardı.'
-'Gavurun malı haramdır.' gibi...
Bu olaylardan sonra ziyan edilerek yollara dökülen şekerler çeşitli böceklenmeler de yaparak salgın hastalıklara da neden olmaya başladı.
Diğer bir yanda ise 'büyük pazarı' elinden kaçıran İngiltere Mollalar ile yeniden anlaşmak için masaya oturduğunda bu kez zararda olan taraftı çünkü %25 kâr artık %50 olmuştu.

Son evrede ise verilen yeni fetvalarda kötülenen İngiliz, gavur malı şekerini halka benimsetme işi tekrar nasıl olacaktı. Mollalar buna da çözüm bularak, fetvalarda şöyle konuştular:
-'Biz size şekeri yollara döküp ziyan edin demedik. O da Allahın nimetidir. Gavur bile icat etse bu davranış yanlıştır. Artık herkes gavur icadı şekeri çaya batıracak böylece güsul abdesti aldıracak, ondan sonra kullanarak çayını içecek. Esas budur.'

Ve bugün bile çay bu esasa uygun olarak İran'da tüketilmektedir. Genel kültür olarakta sayılabilecek bir bilgi olduğu gibi, cehaletin, karanlığın, koyun olmanın kötü yanını bu olay gözler önüe bir kez daha sermektedir.....


Gökmen Kaya

3 Temmuz 2008 Perşembe

Gözaltılar, Kapatma Davası, Ilımlı İslam




Türkiye gerçekten de, bugüne kadar hiç karışmadığı kadar karıştı. Değişmeyen gündemler dışında bu kez de 'Kişisel özgürlükleri ve çok sesliliği kesmek, göz dağı vermek, aba altından sopa göstermek, yandaşlarına çıkar sağlama amaçlı haber yaptırılan gazeteler, tvler,...' Hergünün ayyuka yaşayan bir millet olmaya alıştığımızdan veya sessiz kaldığımızdan dolayı susturulan basın hakkında fazla kafa yormuyor, düşünmüyoruz.
Cumhuriyetin ve demokrasinin getirdiği çok seslilik ortamı bugünkü AKP hükümeti sayesinde kısılmakta, ezilmekte (istifalar) susturulmakta (tv. kapatmalar) yengilgiye zorlanmakta (reklam aldırmama)... vb. davranışlar içinde kendi çıkarları doğrultusunda çalışıyorlar.

Türk insanın karşısında gördüğü (bu denli) rejim değişikliği hissetmesi, huzursuzluğu (her konuda aşağı yukarı), insanın aklına Osmanlıdan kalma çağdışı bir yönetimi akla getiriyor. İstibdat yönetimi gibi aydınlar ve yazarlar daha doğrusu ONLARDAN olmayan herkese göz dağı veriliyor. Böyle bir dönemde bu denli çekememezlik, karşıtlık, alenen bölücülük yanlışlıkları varken hissedilenler Türkiye'nin ne olacağın bilmediğini gösteriyor.

Özellikle de alelen gösterilen, dayatılan, bir rahatsız edici unsur varken ülkemiz üzerinde (Ilımlı İslam) basına uygulanan bu sansür ve baskı aklımıza ılımlı islamın ilk günlerini yaşayan Malezya'yı getiriyor.
Bugün, Malezya'da göz göre göre 'şeriate' dönen düzen, Ilımlı İslam ülkemiz üzerinde de etkisini yavaş yavaş gösteriyor mu sorusunu aklımıza getiriyor.

Kapatılması ise kesine yakın görünen AKP, iktidarda olduğu 6 sene içinde yaptıklarını eleştirenlerden adeta 'intikam' alıyor. Gazetecileri, aydınları, düşünürleri, ekonomistini... hepsine alelen 'darbeci' diyecek kadar kendini aşmış durumda ve ne yapacağını bilmiyor.

Biz Türk gençliğinin ise yapması gereken 'DAHİLİ ve harici bedbahtları yok ederek, güzel ve aydınlık günlerin kapısını Ulu Önderimizin güneşi ile aydınlatarak açmamız gerekiyor'.

Gökmen Kaya

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Mustafa Kemal Atatürk


Hayatım boyunca bugüne kadar en kıymet verdiğim şeylerin üzerinde beslediğim bir duyguydur içimdeki Mustafa Kemal sevgisi....


Altı yaşımdan beri resimlerini kesip deftere yapıştırdığım, kaybettiğimde ağladığım, O'na dair ne bulursam kenara koyduğum adam o...
Birgün uzun uzadıya yazmak istediğim bildiğim Mustafa Kemal'in buraya yazdığım bir şiirini koymak istedim. Shop çalışması bana ait değil, ben genelde teknolojişk işler dışında şeyler ile ilgileniyorum. (Gizem diye bir arkadaşım yaptı ona da buradan teşekkürü bir borç bilirim)
Kafamda tasarladığım ''Kurtuluş Savaşı Destanı'nın Hikayesi''ni şiirleştirip piyasaya sürmek istiyorum, bu şiir konusunda attığım kaçıncı adım bilmiyorum, O'na yazdığım kaçıncı şiir bilmiyorum ama yanında yaşattığım ruhumun yardımı ile şiir sayısını yüzlere kadar çıkartmak ve herkesin okumasını sağlamak istiyorum her ne kadar yazdıklarımı paylaşmayı sevmeyen, çekinen biris olsam da. Bu şu an ki hayatımda güttüğüm en büyük amaç.

Sözü fazla uzatmaya gerek yok sanırım. Zaten resimde o hayatın bir kesitini yakalıyorsunuz.
Teşekkür ederiz okduğunuz için. Saygılar.

'Piçliğim Cereyanda Kaldı'

Tamamen sessizliği düşünün... soyut olsun, sakin olsun... yapraklar bile sessiz düşsün yere, havuzların üzerinde sessiz yüzsün.
Sonra depremi düşünün.. masanızın üzerindeki lamba sallandı ve düşmek üzere, ahizenizin kablosu görünüyor ve direniyor düşmemeye, ağaç söküldü yerinden bir arabanın üzerine doğru geliyor.
Ve sonrasındaki karanlığı hayal edin....
O depremi beynimin içini yaşadığı vakit, İstanbula gardan inip amcamın elini tuttuğum zamandı.. Tam o zaman... İyi anımsıyorum ki; konuşmaya bile korkuyordum, bir körün bastonuna sıkı sıkı sarıldığı gibi,
amcamın ellerini tutuyordum.... Kötüydü... Ama yaşadım.
Sanki bambaşka bir dünyanın içinde, son otobüsü kaçıralı çok olmuş gibi, amcam etrafa bakıyor, elindeki kağıdı cebine sokuyor, okuyor, geri koyuyor, telaşını anlıyorum.
Aksaray'da bir otele girdik, daracık merdivenli, kendi kendine konuşan bir adamın olduğu, bir çocuğun kitap okurken dikkatini dağıtmamız sonucu ters ters baktığını, minicik bir etek ile önümden geçerken yanağımı sıkan fahişenin ellerini... Evet hepsini kısacası... hepsini ayrımsıyorum tekrardan. amcam bavulun üzerine oturup, tahta kapının önünde beklememi, kimseye birşey söylemememi, kimseden birşey almamamı tembih etti, sonra da otelci ihtiyarla konuşmaya başladı, bir yandan da elinde bez ile camekanı silen başı kapalı bir kadın var, amcama engel oluyordu konuşurken, adam başıyla işaret etti ve kadın koltuğun kollarından birine oturup başörtüsünü çıkartıp alnını sildi. Yaklaşık üç, dört dakika sonra amcam elinde bir anahtar ile geldi, önden ben, arkada amcam, iki kat çıkıp beyaz tahta kapılı bir odanın önünde durdu, anahtarlıkta yazan numara ile kapıdaki numarayı doğruladı ve kapıyı açtı. içeride çarşafı fazlasıyla sararmış bir yatak, küçücük bir çekmecesi olan komodin, üzerinde bir gece lambası, hemen bitişiğinde bir priz, onun da yanında odanın ışıklarını açıp kapamaya yarayan kahverengi bir elektirik anahtarı, tavaba doğru koyuluğu artan sarı bir renk, o an kendimle çağrıştırdığım titreyen bir florasan ışığı...
Burada uyuyacağız dedi amcam, bavulu kapıdan geçmesi için ayağıyla itekledi. Memlekette bu kadar yorulmazdım ben, sağa sola koşardım, arkadaşlarımla güreşirdim, babamla çalışırdım... Ama ayrı bir gürültüsü vardı İstanbulun. Yarım saat kadar sonra, kendince gücünü toplayan amcam elimden tutup beni aşağı indirdi. Kötü bir yemek yediğimi anımsıyorum, taze fasülye vardı, bir de şehriye çorbası.
Bakır bir sürahiden sarıya çalan rengiyle bir bardak su içtim. İşte o an Memleketimi özlediğimi anladım. Suyunun bile rengi kötüydü, havası bile kötü, ağaçları bile.. burda güzel çiçek bile yok...
Amcamın kolunun altındada sabahı karşıladım, kahvaltımızı yaptık ve çıktık. Önce otelciye bir adrs sordu amcam, sonra hızla gittik seslerin arasından. Öğlene doğru bir pastaneye girdik ve amcam birisini sordu. Sonra bana yine oturup beklememi söyledi. Çaresiz dinledim. Bir bardak limonata getirdi yaşıtım olabileceğini düşündüğüm çocuk. Camdan baktığımda ise her seferinde insanlardaki telaşı yadırgadım,
herkeste bir telaş, herkeste bir acele.... Oysa 'yaşamak için acele etme demişti babam' daha ölmeden dört veya beş gün önce, 'yıldız hoşuna gittiyse eğer, uzan ve o kaybolana kadar izle'
Tam dalmştım ki amcam kapıda belirdi. Gülüyor ve bir adamla el sıkışıyordu, bende güldüm... çünkü yolda veya otelde amcamı gülerken görmemiştim.
Çıkınca anlattığına göre konuştuğu o adam, oranın sahibi ve bizim memleketimizde annesinin komşumuz olduğu adamdı, o buraya sonradan yerleşmiş, babasından kalan araziyi satıp büyük şehirde yatırım olarak kullanmış ve bir pastane açmış, zamanla işlerini genişletmiş ve kapatan balıkçının da yerini alarak işletmesini büyütmüş, hallice bir adammış. Amcamı da işe almış o gün, çok sevinçliydi ve birer külah dondurma alarak otele döndük.....
Dört beş gün böyle geçti. Otelin birinci katında televizyon izliyor, arada bir kapıdan başımı çıkartıp nefes alıyordum o kadar, çünkü amcam öyle tembih etmişti otelci amcaya, sürekli bana memleketimi anlatmamı istiyordu çünkü oda çok özlemesine rağmen bir türlü fırsatını bulup gidemiyormuş.
Ben ona ekinleri, küçük su birikintilerini, yıldızları bile... kısacası herşeyi anlatıyordum, bir de babamı.... Üzülüyordu bana ama beni üzgün görememesini sanırım sorduğunu unuttuğu için sürekli yineliyerek soruyordu, ben her seferinde geçiştiriyordum.. Çünkü babam bana 'ölenin arkasından üzülme canım oğlum, kendine ömür iste, çünkü biri gitmişse bir daha gelmez, ağlamak da seni üzer' demişti.
Neyseki alıştıktan sonraki ilk üç günü ardından günler hızlandı ve en güzel anlar ise amcamın iş dönüşü getirdiği kurabiye ve pastalardan yeme zamanı oldu. Paylaşıyordum bir de....
Bir ay kadar sonrası amcam erken gelerek beni odaya çıkardı, yatağa oturttu ve şunları söyledi;
'Artık işimiz daha da zor evlat, para kazanıyorum, günlük kazanıyorum, sabit bir gelirimiz var ama bu bizi taşıyacak kadar yeterli değil, iki kişiyiz, otelde kalıyoruz, her gün de iki dolmuşa binip işe gidiyorum...
Bizim daha fazla para kazanmamız gerek, o yüzden Erol amcan ile konuştum, sana bir araba yaptırıyor, sen de simit satacaksın o arabada, akşamları da uyumaya beraber döneceğiz, hem biraz daha zaman geçsin pastanede yatıp kalkabileceğiz, çnkü evlenmek için memleketine gidecek olan bir çalışan var, onun imalathanedeki yeri boşalyor oraya biz geçicez.'
Haksız bulmadım, yadırgamadım da babası öldükten sonra ailesinin dışladığı bir çok çocuk vardı bana örnek olabilecek, hepsi gözlerimin önünden geçti tek tek... ikimiz bir kuştuk amcamla, gövde bendim, kanatlar ise o ve kuşun görevi uçmaktı. Ben ona, o bana muhtaçtı. Elimi uzatıp;
'anlaştık' dedim.
O gece televizyon izlemeye indiğimde cam bir fanus tutan bir çocuk gördüm, içinde balık vardı iki tane, ilk defa gördüğümden olsa şaşkınlığım, yaklaştım sordum, isimleri bile varmış onların, 'en azından sende bunlara sahip olabilmek için sende çalışmalısın' dedim. Bu İstanbulda önüme koyduğum ilk hedefti, başarmamak için de herhangi bir engel mevcut değildi.
İskelenin soğuk akşam üstlerini saymazsak eğer, gerçekten güzel bir yer burası, telaşlı ve aceleci insanlar dolu yine, vapurlara, otobüslere koşuyorlar, kuşlara simit atıyorlar vapurlardan, bunun için bile simit alan varmış demekki bir adam kendisi söyledi, o an amcamı düşündüm bende simiti atan oydu, karnı aç olan ben.
Bir de çocukla tanıştım, annesi ile köprünün altında yatıyordu, amcama söylemedim ama hergün bir simit veriyordum onlara, yoldan geçenler de para veriyordu. Yanlızca vapur geldiğinde yanımdan gitmesini istiyordum çünkü kalabalık olduğu zaman simit alan çok olduğu için, kendimi rahat hissetmiyordum.
Ve aylar geçti... Sanki bu şehir daha da aç kalıyor gibi, her gün battaniyesini alan bir alt geçite gidiyor gibi, sonra onların çocukları kümelenip insanlara sataşıyorlar. Rahatsız oluyorum ama; kimseye karışmamam gerektiğini de iyi biliyorum, babam hep 'insanları önce kendi haline bırak, ilk müdahaleyi sen bekle ki yanlış yapan sen olma' derdi.
Cem ise aralarında en iyi anlaştığım çocuk, her gün mutlaka halimi sormaya gelir, muhabbet ederdi. Onları da babası evden kovmuş, nedenini kendisi de bilmiyor, annesine de soramıyor, babasını özlediğini söyleyip duruyordu.
Ben de özlüyordum... ama kimseye söylemiyordum... Bazen amcam hissediyordu o kadar.
Kış yaklaştıkça daha da üşüyorum, bir de deniz kenarındayım bütün gün, cereyanda kalıyorum, hasta olmam kaçınılmaz birşey. Titreyerek iç çeksem de simitlerimi bitirmeden gidemem imalathaneye, artık amcamla imalathanede kalıyoruz, ben ise akşamları arada bir simit götürüyorum oteleci amcaya, Cem ile de sohbet ediyoruz arada bir....
Bir gün grup halinde esmer, kısa, çoğu tıknaz beş-altı çocuk karşımdan eliyorlar, birisi sarı bir bisikletin üzerinde.. vapurun ise inmesine iki-üç dakika var, Cem susuyor ve yanıma geçiyor, bir tanesi bir adım öne çıkıp, şöyle diyor hatırladığım kadarıyla;
'Cem'in arkadaşıymışsın sen duyduğumuza göre, bize para lazım, canını yakmadan, olay çıkarmadan dediklerimizi yap, sana bu bisikleti satacağız sen de bize seksen kuruş vereceksin, sonra hepimiz gideceğiz', Cem'e dönüyorum en ufak bir hareket yok, sanki onlardan yana diyorum içimden ki tam o sırada Cem söze giriyor;
'Arkadaşlarım haklı, bize istediğimizi ver yoksa kötü olur' diyor ve cebininden bir kaç saniye içinden bir çakı çıkartıyor
'yoksa kötü olur' diye ekliyor. İnsanlara güvenmeme konusunda bir çok şey duydum elbet, ama bir canlı örneğini yakından bu denli hissetmek beni hem üzdü hem korkuttu.
itiyorum birtanesini, bu sırada arabam sallanıyor ve bir yandan da para kazanmanın zorluğunu, paranın gerekliliğini anlatıyorum, anlamıyorlar tabi, onların gözünde sadece bir 'piç'im ben, bu sırada iskeledeki görevli adamlar yanımıza gelerek bizi dağıtıyor, bisikleti çekekerek götürürlerken, yani bir yandan koşarlarken, onların gözünde bir 'piç' olduğumu;
'Bu iş burda bitmedi, seni adi piç' dediklerinde kendi kendime doğruluyorum.
Ertesi sabah tezgaha geldiğimde demirlediğim arabanın lastiğine kocaman bir çakı saplıydı, elbette üzüldüm önce, sonra kendime kızdım, kendime kızmamın sebebi sadece bir alışkanlıktı, geldiğimden beri ne olursa olsun herşeyde kendi kendimi sorumlu tutuyorum; bu şehrin bana alıştırdığı kötü bir alışkanlık işte... Daha sonra çakıyı saklayıp arka cebime bozuk moralim ile tezgaha geçtim.
Simitleri dizdim, üzerlerini örttüm, camlarını sildim... Dalgınlığa vurarak çalışmıştım o gün , önemsemiyor gibi yapsam da içimdne bir ses bana bunu sürekli nasıl hazmettiğimi soruyor.
Yankılanıyorum kendi içimde, yankılanıyorum, yankılanıyorum....
Buranın bir sokağı vardır, 'Sultan Sokak' yılan biri bir yokuş, yanan tenekelerin içinden, uyuyan köpeklerden, az sonra başıma yıkılacakmış gibi duran eski, tahta binaların önünden geçerek pastaneye kısa yoldan vardığım, her gün kullandığım yol. Az ileride kümelenmiş insanlar görüyorum, yakınlaştıkça çocuk oldukları anlaşılıyor, biraz daha ilerledikten sonra etrafımı sarıp paramı istiyorlar, hemde en zayıf noktamı bulup, damarıma basarak... Beni ağlatana kadar 'piç' diyorlar, onlar babamı tanısalar eminim böyle demezlerdi diye içimden geçiriyorum o vakit.
Boyun eğmek ile karşı çıkmak arasında kalıp elimi ekmek teknemin tekerine sapladıkları bıçağı çıkararak bir tanesinin bacağına saplıyorum, sonra da inanılmaz bir şekilde kendimden nefret ediyorum, sonra dağılıyorlar ve karanlığın içinde kaybolona kadar koşuyorlar... Elini tutuyorum yerde yatan çocuğun, sonra koltukaltlarından çekerek bir merdivene dayıyorum, dispansere gidiyoruz....
Şimdi öz eleştirimi yapınca kendime kızıyorum açıkçası, çünkü beni yetiştiren baba; yolda gördüğü kırık karpuza üşüşen karıncaları görünce arabayı durdurmuş, karpuzu çalılıklara doğru çekmiş, karıncalar kaybolona kadar tütününü sarıp traktörün lastiğine dayanıp içmişti...
Ve tıpkı onun dediği gibi 'Kimseye zarar verme, hiçbir canlının hayatını almaya kalkma, gördüğün her kötülük, gelecekte adım atacağın yolun, aydınlığı olsun' ......



Gökmen Kaya 10 Nisan Perşembe 20:48

SEHERİN RÜZGARI

Paspası elimden bıraktım. İçine tükürdüğümünün hayatına uzaktan baktım, gözlerim doldu yine, lanet ettiğim bir şehirsin dedim İstanbula içimde vermek istemediğim bir nefes topladım. Gece vardiyalarını zaten sevmem, saat gece 4'ü biraz geçiyor. Yılan gibi kıvrılan bir yolun tam sapağındaki benzin istasyonu burası, denizi göremesem sıkıntıdan patlardım heralde, hayat kadınlarını sık sık gördüğüm kaldırımları gözlerimi kısarak baktığım akşamlardan bir tanesi yine geride kalmış, şimdi camları takip edip yansımalarına baktığım su birikintileri var yine. Sakinliğin güzel bir yastığa benzediği bu tarz geceleri hareketlendiren doğum sancıları ile gelen kadınların telaşları, bebek ağlamaları, sarhoş naraları. Burada bu sesler yansır gökyüzüne geceleri, benim vardiyamın gündüze döndüğü zamanlarda ise ben aynı sesleri gece duyarım yatağımdan.

Anlayacağınız sıradan bir rutih hayat değil bu, her dönemine, her saatine, her dakikasına özenle işlenmiş bir tekdüzelik. Üç senedir çorba parası verdiğim babam, eve akşamdan akşama gelen annem, beni gemimin dümenini kırıp tek filikayı da alıp giden bir kadın... On dördüme kadar güzel güzel koşardım, kendimden ilk kaçtığımda on yedi yaşımda İzmirde belimi ağrıtan bir bankta kendimle kaldığımda anladım korkunun adından ziyade hissediliş biçimini.

Sorumsuz bir baba ile canını dişinde sallandıran bir annemi benim olmadığım bir şehir bilmem nasıl taşırdı. Korku uyutmadı, korku nefes aldırmadı, korku sakinliği sağlayamadı.

Ben varacağım sonun ne olduğunu düşünürken Nihilistler gibi, önümde sürekli kendimi tehtid ettiğim notlarımla kaldım yine o akşam.

Kırpa kırpa gittikçe yitirdiğim umudun son kalan yanlarına bakarken bir kadın girdi içeriye, sarhoş olduğunu anlamak pek de zor değildi. Beni çift gördüğüne emin olduğum, o silüetin gözlerinden içeri dikkatlice baktım, hayatta umut üreten bir insan olmamama rağmen gözlerinde gördüğüm yemyeşil bir ormanın beni çağıran şelalesine de kulaklarımı tıkayamadım. Nezaket kuralı olduğu bir çok benzin istasyonu marketinin kasasında yazar, gülümsedim ve ne istediğini sordum; yarım yamalak türkçe ile sarhoşluk anlamakta zorluk çektiğim konuşma biçimi karışınca gözlerimi kısarak yanaştım ama bir yandan da onu incelediğimi anlamaması için temkinli olmaktan da kaçınmadım. Ne istediğini sorup bekledim, fazla düşünmedi ve 'seni istiyorum, arabama kadar gelirmisin' dedi.

Gizleyemediğim heyecanım karşısında o kadar tecrübeli duruyordu ki, kanımı donduracak kadar gerçekçiydi. Arkasını dönmeden eliyle işaret etti arabasını, elinde de anahtarları vardı.

İçimdeki -neredeyse- tüm sesler 'git' dedi.

Siz de düşünün, kimseler yok, hiç kimse, aramızdaki 'siz'li 'biz'li muhabbeti bozmadan kibarca reddetmeye çalıştım. İçimden bir ses isimliğini at ve git diyor ama hürriyeti kendine bağlı olmayan insanlar gibi kapıyı nazikçe göstermeye çalıştım ki durdu birden. ''Gitmeyelim'' dedi, sana karşılığın ne ise istediğin kadar verebilirim sahile çekelim içelim dedi, yer tavsiye edebileceğimi söyledim... Buna da yanaşmadı Bi an benzin vardiyamda çalışan abi ile göz göze geldik. Evet der gibi başını salladı.

O an kendimi bir fahişe gibi hissettim, altından kalkamayacağım bir eziklik duygusu içinde yüzüm kızara kızara;

-'Üstümü almalıyım' dedim. Karşı kaldırıma kadar arabayı sürdü, iki yüz metre kadar ilerledikten sonra u dönüşünden döndük hızlandığında korkmuyor değildim, bir yandan cesaretime hayranlık duyuyorum bir yandan da cesaretime küfrediyorum, tam kıyıya çekti bir çok kez hıçkırıp durdu durdu arabayı çok kısa mesafe kullanmasına rağmen.

Bir piyanistin parmakları gibi incecik ve uzun olan parmaklarını izledim camı açmak için kolu çevirirken, araba kapısının cebinden bir sigara paketi çıkardı, arka koltukta ise boş bir içki şisesi vardı adını seçemediğim, diğeri ise katlanan eteğinin açıkta kalan teninde sıkıştırdığı bir açılmamış şişe, irkildi önce, sonra sakin olduğunu söyledi. Tüm bunları yaparken ara ara aynada kendine bakmasını özgüvenini yitirmesine bağladım kendimce....

Dudaklarına dayadığı viski şişesini yavaş yavaş indirirken gözlerini seçmeye çalıştım, tavandaki lambayı açtım, gözlerini seçmeye çalıştım.

İfadesiz suratının dolu gözleri vardı, üzgün de gözükmüyordu mutlu da. Neler olduğunun farkına varmaya çalışmama rağmen içimden bir ses herşeyi oluruna bırakmamı söylüyordu.

Ama ben, herşeyi oluruna bıraktığımda başıma gelenleri düşünüyordum. Pek de iyi şeyler sayılmazdı hani, başlangıcı klasik ortası güzel, sonu facia ile biten zamanlardı. Sessizliği titrek sesimle bozmamak için, öncelikle öksürdüm. Konuşacağımı anladı, direk söze girip bölmeye yöneldi. Hayatımda kimse olmamasına rağmen içimi titreten korkunun verdiği belki de savunma hissi 'hayatımda birisi var' dememe sebep olmuş olmalı.

Sanırım bunun adına olgunluk ve rahatlık deniyor ki ' ben beş senedir evliyim ' dedi.

İçimde arabadan inemeyen tarafımın acziyetinin, beş senelik evli olmasını verdiği kıskançlığın tuhaf ikilemleri içinde gidip geldim bir beş dakika kadar, emin olduğum tek şey içimdeki boşluğun beni sahiplenme duygusuna yönelttiğiydi. Her söze başlarken sesindeki ilk vurgu sadece konuşmadan dinlemem için sanki. Gözlerimi dudaklarından ayıramadığımın farkına vardığında dudak dudağa bulduk kendimizi.

Daha önce edinmediğim bir tecrübeyi sarhoş bir kadını, sabaha karşı, üstelik arabasında deli gibi öpüyordum. Hissettiğim iyi şeylerden daha da fazla içinde bulunduğum boşluğun beni ittiği noktaya takılmıştım daha çok, hem evli, hem yaşça büyük bir kadın.... Üstüne üstlük geçirdiğim vakit için para alacağım bir kadın.

Nefesim yavaş yavaş daralmaya başladığında ayrıldık. Sonra ağlamaya başladı.

Tam olarak bilemiyordum içinde neler yaşadığını, kestirmeye çalıştığım şey içinde ödeşemediği şeylerin ne olduğu, kendimden yola çıkarak düşününce, benzer şeyleri benim yaptığım aklıma gelince zor durumda olduğunu daha iyi anladım. Göstermelik barındırmayan bir şefkat ile göğsüme bastırdım. Bu geceden bana kalan sadece kırmızı bir ruj lekesi değil öğrendiğim şeyler de olmalıydı elbet.

Daha önce elle tutulur ilişkilerimden öğrendiklerim, başarısız deneyimlerim, kaybetmeye meyilli tarafım.... Hepsini bir kenara sıyırıp yepyeni birşeyin heyecanına sürüklemek için kendimi var gücümle zorluyorum.... Arabalar, paralar, daireler, güzel tatiller, büyük konaklar, pahalı lokantalar, ayrımsamaya çalışıyorum yaşadığımı, zengin bir kadın iş yerimden arabasına aldı beni ve hayatımda belkide rüyasını zor göreceğim anlar yaşattı. O zenginliğin ve varlığın içinde, ben ise ayaklarımı bitişik tutuyorum ki delikten giren soğuk üşütmesin. Şaka veya rüya diye sıfatlandıracağım bir olay bu yaşadığım, çok ters iki hayatın şehrin raylarında kesişmesi gibi, ya da bir ustura ağzı kadar keskin birşey bu, sürekli yanlış gitmemi rayları doğru yönlendiremeyen bir makiniste bağlardım, şimdi ise kompartmanda iki kişiyiz... Raydan çıkmış kişi....

O gün sabah erkenden uyanmak zorundaydım, çalar saatimi sesini kapattığım andan sonrasını gözümün önüne yılgın bedenimi getirmeme gayette yardımcı oluyor kan çanağı gözlerim. Söylenerek giyindim, yüzümü yıkadım, diş fırçamı bir mendile sarıp cebime koydum, annemi öptüm o uyurken ve ertesi günün sabahına karşı döneceğim evime onu özlemeyeceğim bakışı atarak bir yandan ayakkabılarımı bağladım.

O evin tek özleyeceğim şeyi uyurken bıraktığım kutsal annem sadece.

Herşeyin önceden ayarlanıp, notunun tutulduğu bir güne başladık birlikte. Hayatımda ilk kez göreceğim bir yerdi Abant. Dört saatlik araba yolculuğu boyunca şık restrorantlar aklımda kalan, bir de aynaya bakarken hafiften yüz ifadesini değiştiren, gür kipriklerini kısıp yavaşça birbirine değdiren o.....

Önceki geceden çok farklı olarak uzak durduğunu farkettim elimi tutsun diye uzun dakikalarca kaldırmadığım deri koltuğun üzerinde ter izim kalana kadar beklediğimde oldu.

Birkaç ufak öpücük.... O kadarcık..

Bir uzun sessizliği bozan öksüürüğüyle konuşmaya başladı;

-'Benim sıradan bir hayatım yok...' (ne demeye çalıştığını anlamak için yoldan ayırmadığı gözlerine kenetleniyorum bu sırada)'onun bunun gibi belirli bir yaşantısı olanlardan değilim.. (yutkunuyor) zengin ama hayatını kumar masalarında harcayan bir adamdı babam... Baba diyerek sarılamadığım adam... (içindeki sevgisizliğimiz o kadar benzer ki)

Belli değil aslında bu notunun tutulduğunu sandığın hayat... Hiç olmadık bir şekilde, hiç olmadık bir hayatın kıyısına dalga gibi vurabilirim kendimi her an (''işte benim gibi'' dedim içimden)Sana üç dört gece ara ara gelip baktım, sessizlik beni iki yerde iki şeye çeker, bir insana ikincisi ise gö kenarlarına...'

Sadece dinledim gidene kadar. Dünyada sadece kendi yaşadığını sanan biri için -yani ben- bana çok değişik geldi ettiği her söz. O sıra pansiyonun önünde durdu, arabadan inecekken on yedi on sekiz yaşlarında bir çocuk yaklaştı bavulumuzun olup olmadığını sordu, ecvap vermeden anahtarı verdi ve oda almak için danışmaya gittik.

Burası gerçekten de inanılmaz bir yer, neredeyse her şey ahşap ve bu gerçekten huzur verici birşey kendi adıma... Ben burada tek başıma onlarca yıl kalabilirim.

Hareketsiz, sakin, zahmetsiz... Sanırım özlemini çektiğim şey bu benim. Gölün üzerinde, gölü yemyeşil gösterecek kadar ağac var etrafta, üzerinde kuğular, iç taraflara doğru yaban ördekleri, ağaçlarda ise nefesi tükenene dek, sanki insanlara hizmet etmek için tutulmuş sabahtan akşama kadar öten kuşlar var renk renk.

Odaya döndüğümde ise sadece tasarlanmış bir düzen, küçük iki komodin, bir büyük yatak ve dolap, ahşap bir yatak başı, küçük bir banyo.

O ise döneceğim dediğinden on dakika kadar sonra geldi odamıza.... Odamıza... Ne tuhaf birşey aslında bunu söylemek.

Üzerini değişmiş, neredeyse tek renk diyebileceğim yeşilin tonları bir bluz, ayağında yeniliğinden şüphe edilmeyecek bir ayakkabı ile gelip yatakta yanıma oturdu.

- 'Açmısın' ?

-'Pek sayılmaz, zaten yolda ısmarladıkların yeter şimdilik' dedim.

Gözlerini üzerimde bir süre gezdirdikten sonra, tişörtümü kaldırıp elini göğsümde gezdirdi, elleri soğuktu ama bu kimsenin karşı koyamayacağı bir sıcaklığı üzerime taşımasına engel değildi az sonra, ayaklarım yerde sırtım yatakta, kolumun üzerine çaprazlama uzanmış dudaklarıma doğru eğiliyordu o...

Gözlerimi sımsıkı kapatıp, yaşayacağım bir kaç saatin hesabını yapmadan kendimi yaşadığım o anın içine adeta gönüllü olarak hapsedip elimi yanağına götürdüm, sonra ensesinden bastırmak için ensesine, sonra ellerimi belinde kavuşturup yaşavça sıyırdım altındakini...

Sonrası....

Sonrası Cemal Sürreyya'nın dediği gibi... ' İyilik Güzellik! '

Bir sonraki gün ise, önceki günün aynısı gibi geçti neredeyse, sabahtan yürüyüşe tek çıkmak zorunda kaldım, uyandığımda yoktu, öyle ki yaşadıklarımız içimde ne bir 'keşke' ye yer bırakmıyordu. 'Bir hayat böyle biter mi' diyordum kendi kendime.... 'Biter' diyordum da sorduğum andan hemen sonra, kendisini koca dünya üzerinde nokta gibi gören kişiliğim, yepyeni bir çehreye kavuşmuş ve artık kendime 'önemimden' bahsedebilir hale geldiğimi zannediyorum, sonra biraz kuşku, sonra yeniden yatıştırıyorum kendimi kendi içimde, artık hayatın altını çizeceği bir insanım.

Artık hayatı sıradan insanların ötesinde, kudretin, paranın, ihtişamın, gözü pekliğin, hatta özgüvenin çevrelediği bir adam olarak görüyorum, düşündüğüm tek şey az sonra öpeceğim dudak ve yiyeceğim padişah kahvaltısı.

Yürüyüşten döndükten sonra odaya geçmeden hemen duşa attım kendimi o yoktu, henüz gelmemişti. duştan çıkar çıkmaz kapı çaldı, kapıyı açtım ve kahvaltı geldi.

Şaşırdım ve küçük dolabı işaret ederek üzerine koyması için işaret ettim başımla saçlarımı kurularken, onu sordum kahvaltıyı onun gönderdiğini söyledi, herşeyin başında şaşırdım gelmeyi biraz daha erteledi heralde dedim, terliklerimi giyip yatağa oturdum ve gece lambasının yanında ikiye katlanmış bir kağıt bir zarf bir de resim gördüm, resim onun, zarfın içinde para ve otobüs bileti, kağıtta da şöyle demiş...

' Güç, istediğini elde edip kullanmaya yetisi verir, güçsüz ve umutsuzu ise güce sahip onlara kullandırır... Şimdi resmi neden koyduğumu düşünyorsundur, biliyorum ki cüzdanının en güzel yerine koyup ara sıra çıkarıp bakacaksın, atmak isteyeceksin atamayacaksın, bir gün de 'ben istersem' geleceksin, 'istemezsem' bekleyeceksin, sakın beni arama... '

Parayı aldım cüzdanıma koydum, gözlerim ise dolu bir yandan kullanılmışlığın acısı, bir yandan da güçsüzlüğün ezikliği, resmi cüzdanımdaki en güzel yere koydum, kapıyı ise gözümü silmeden açtım ayrılırken otelden.......

Gökmen Kaya 20/04/2008 20:32 P.Tesi